Yirmi yıldır Diyarbakır’da yaşayan Nusaybinli Mehmet Salih Demir, Cegerxvin Kültür Merkezi ve DSM çatısı altında eğitim görüp bir araya gelmiş, 3-4 yıldır imece usulü film yapan ekibin bir parçası. “Kim film çekiyorsa, hangi arkadaş boşsa gidiyoruz. Bazen oyunculuk, bazen ses, ışığa yardım ediyoruz, bazen de eşya taşıyoruz” diyen Demir dört yıldır üzerinde çalıştığı senaryosunu kısıtlı imkanlara uyacak şekilde dönüşüme uğratıp Cano’yu çekerek 17.!f İstanbul Bağımsız Filmler Festivali’nin bu yıl başlayan !f Yeni bölümünde karşımıza çıktı. Annesiyle yaşayan ilköğretim öğretmeni Cano’nun ansızın ortadan kayboluşunu araştırmaya başlayan İbrahim’in yaşadıkları üzerinden hayat ve varoluş üzerine sorular soran Cano (2018), Köprüde Buluşmalar’da Work in Progress’e seçilip Başka Sinema ve Paz Dijital Tanıtım Pazarlama ödüllerine layık görülmüştü. Nisan ayı gibi vizyona girmesi planlanan yapımı, senaryoyu da yazan yönetmeni, 2013 tarihli Sineklerin Anı adlı bir kısa filmi daha bulunan Mehmet Salih Demir ile konuştuk.
“İstanbul’da yaşıyordum. Tatil günümde hiç acelem olmamasına rağmen Eminönü’nde perona koşarken yakaladım kendimi ve ne yapıyorum diye durdum, sonra da Diyarbakır’a taşındım” diyen, uzun dönem resim ve klasik müzikle uğraşan Demir; filmde önemli bir yer tutan Van Gogh’un Buğday Tarlası ve Kargalar reprodüksiyonunu bizzat yapmış, müzikleri kendi yazmış, müzik öğretmeni rolünde izlediğimiz kardeşi ise orkestrasyonu gerçekleştirmiş. “Müzik konusunda Bresson’cuyum, müzik hikâyenin içinde bir öğe olmalı, dışardan verilmemeli, görüntü yetmediğinde koltuk değneği niyetine kullanılmamalı, hikâyenin öznesiyse ancak yadırgayıcı olmaz” diyen Demir, ilk 45 dakika belli belirsiz duyduğumuz batık melodileri yavaşça artırıp senaryonun yürütücüsü haline getirerek müzik kullanımına anlam yüklemeyi başarmış. Başkarakter İbrahim’in “Kaç gündür anlamsız bir müzik beni rahatsız ediyor.” demesinin finaldeki resmin anlamsızlığıyla birleşip “Anlamsız gördüğümüz şeylerin yaşantıyla birleşince anlam kazanması” noktasına ulaşması ise resim, müzik ve edebiyatla örülü, seyirciden büyük dikkat bekleyen bir filmle karşı karşıya olduğumuzun en büyük göstergesi.
Başkarakter İbrahim bir anti-kahraman. Yusuf Atılgan’ın Aylak Adam’ını, Oğuz Atay’ın Tutunamayanlar’ını ve birçok varoluşsal öyküyü sevdiğini söyleyen sinemacı, filminin bunlarla akraba olmasını istemiş. “Ülkelerin aylakları akrabadır, İbrahim de bir Aylak Adam ve Orta Doğulu olmak, bu topraklarda büyümüş olmaktan gelen bir özgünlüğü, yerelliği var, oryantalizme kaçmadan” diyor. “Bu filmi oluştururken öncelikle kendimle yüzleşmek istedim, birçok otobiyografik öğe mevcut, İbrahim’in içinde bulunduğu ruh halinin çok da uzağında değilim, yaşamım boyunca hep böyle oldum” diyen Demir; “belki bu bir sağaltım aracı olur benim için, nispeten içimi dökmüş hissediyorum ve şimdiden daha iyiyim” diyor. Bu yüzden mi başrolü oynadığı sorusunaysa “Başkası oynasın isterdim, kamera arkasında daha rahatım ancak imkansızlıklar…” yanıtını veriyor. İbrahim’in giydiği ilginç tişörtlerin kimin fikri olduğu sorumuzu ise “İçindeki karmaşanın dışında da vuku bulmasını istiyordum” diye açıklıyor. Kaygılarını totemlerle bastıran İbrahim’in kendisine çok benzediğini ancak bunu tek karakterle ve kendiyle sınırlamadığını; İbrahim üzerinden Cano’yu, Cano üzerinden Melis’i, Melis üzerinden Ayten’i ve dördünün toplamı üzerinden hepimizi anlatan bir hikâye yaratmayı denediğini söylüyor ve “Hepimiz Cano’nun yerinde olabilirdik, hepimiz İbrahim olabilirdik, birini diğerinin yerine koyduğumuzda bir şey değişmiyor” diyor. Hayatta en önemli sorunun Albert Camus’nun “Ölmek mi yaşamak mı?” sorusu olduğunu düşünüyorum diyor Demir, “Camus’ya göre intihar etmekle bir bardak çay içmek arasında fark yok, ben de bu felsefeden yararlandım.”
Türkçe öğretmeni Demir, filmdeki şiir kullanımı konusunda “Sinemada şiirselliği önemsiyorum ama şiirsel olsun diye film yapılmaz. Edebiyatla ilgilenen arkadaşlarımla hazırlık aşamasında ‘nasıl’ sorusunu çok tartışıyoruz. Bu film sinema kadar edebiyat, edebiyat kadar sinema olsun çok istedim. Jim Jarmusch’un Paterson’unu (2016) çok beğendim, Barış Bıçakçı’nın büyük bir hayranıyım, empresyonist edebiyatta olduğunu gibi kelimeler bağımsızdır ancak bir araya geldiklerinde buna izlenim denir. Filmde göstergebilimsel olarak bir atmosfer yaratmaya çalıştım. Göstermekten çok gizlemek taraftarıyım. Bir hikâye anlatımı ne kadar sade ve alegorikse o kadar değerlidir” diyor.
Kürk Sineması dendiğinde politik-siyasi bir sinema bekleniyor ancak Ali Kemal Çınar yaptığı filmlerle bu önyargıyı yıktı. Mehmet Salih Demir de benzer duruşta ama “Filmin politik olmaması da politik bir davranıştır” diyor ve “Heidegger’in çerçevelemesine göre biz neyi çerçeveliyorsak onun politikasını yapıyoruz” diye ekliyor. Sur’daki yıkım ve savaş nedeniyle çekimler bir yıl sürmüş, parça parça çekebilmişler. Çekim yapamadıkları günlerde yaptıkları tekrar izlemelerin faydalı olduğunu, eksikleri görüp tamamlayarak demlenmesine izin verebildiklerini söylüyor. Sabit planların “Diyarbakır’dan gelen ev yapımı filmler”in anadili olması mevzusunu sorduğumuzdaysa “Biz gerçeğin mi peşindeyiz yoksa görüntünün mü diye düşünürüm, görüntünün kesilmesi akışın kesilmesi demektir, Brechtyen bir yaklaşımla, Trier’in Karanlıkta Dans’ı gibi dramatik yapıyı yıkmak için yapılıyorsa ne ala fakat seyirciyi oyalamak için yapılan kesmelerdense, sade bir anlatımın peşindeyim. İzleyici hikâyeyi oyuncu üzerinden izler. Bunu nasıl bozmam, oyunculuk yönetimine nasıl yaklaşmalıyım, neyi nasıl anlatmalıyım diye düşündüm ve bunu uygun buldum” diye açıklıyor.
Roy Andersson ve Aki Kaurismaki’yi çok sevdiğini ve o kara mizahın daha çok kullanılması gerektiğini düşündüğünü söyleyen Demir, “Ben heykelin daha çok taşa benzemesi taraftarıyım, Michelangelo ben taşın fazlasını atıyorum der, benim için aksi değerli” diyerek sinema anlayışını özetliyor. “Katarsise oynamam ve seyirciyi meta olarak görüp onu kullanmam. Senaryo üzerine çalışırken Bach’ın bulduğu Kontrpuan tekniğini Beethoven’ın ileriye taşıyıp armoniye dönüştürmesini model alarak sahnelerin birbiriyle konuşmasını sağlamaya çalıştım ve bunun denge üzerine etkisini gözlemleyip, filmin başlarında oluşturduğum bir kodu ortalarda tekrarlayarak ya da üçleyerek sinemada bir melodi oluşturmayı denedim” diyor.
Doğal ışıkla çekilen Cano, “Biz yürürken ileri mi gideriz?” sorusunu soran ve biraz da “Aslında insanlığın bir yere gittiği yok” cevabını veren; üzerine çokça düşünülmesi, tartışılması gereken, izlenip unutulacak değil, yeri geldikçe örnek gösterilecek bir iş. Mehmet Salih Demir de filmlerinin zamanla insanlara ulaşacağını, belki onuncu filminde onunla tanışan bir izleyicinin geriye dönüp baktığında Cano’yu da keşfedeceğini düşünüyor ve modern zaman ile tüketim koşullarının böyle olduğunu kabullendiğini söylüyor.