Yaklaşık iki yıl önce Arka Pencere’de çıkan yazılarla başlayan, derginin basılı olarak yayımlanan ilk sayısındaki bir yazıyla tekrar alevlenen ve küçük sinema gündemimizi ele geçiren tartışmanın özü, beş bin yıllık Sümer metinlerinde bile yer alan “yeni nesil çok bozuldu” önermesinin izdüşümü esasında. Kadim ve asla bitmeyecek bu çatışmanın mevzubahis versiyonunda, malum olduğu üzere, iki taraf var: Bir yanda, usta payesine erişmiş, herkesçe bilinen, saygı gören ve çoğu belli yaşın üstünde “tescilli” sinema yazarları; diğer tarafta, birçoğu yirmili yaşlarında, sektörde birkaç yıldır var olan, kendi bloglarında, sitelerinde ve sosyal medyada aktif olan “tescilsiz” sinema yazarları, bloggerlar ve sinefiller var. Tartışmanın taraflarından ve ithamların muhataplarından biri olarak, Uğur Vardan’ın tartışmaları ısıtan ‘Şimdiki Zaman’ın Peşinde yazısının sonundaki davete icap ederek, her ne kadar topa girmekten kastı bu olmasa da, “kendilerine yönelik eleştirilerimi(zi)” dile getireceğim. Tabii önce, yeni gelenlere de kolaylık olsun diye, biraz hafıza tazelememiz lazım.
8 Ocak 2016 tarihinde yayımlanan Arka Pencere’nin 324. sayısının açılışında yer alan, “isimsiz” Netflix Geldi De Ne Oldu yazısında (Yazının kim tarafından yazıldığı geçen zamana rağmen bilinmiyor, ‘kulislerde’ Burak Göral tarafından kaleme alındığı konuşulmuştu.) “tescilsizlere” yönelik bir takım ithamlarda bulunulmuştu. Screener ve Torrent’ten film izleme alışkanlığına yönelik, haklılık payı bulunan ve sık sık kendi aramızda da tartışma konusu olan hususlarda eleştiriler getiren yazıda, “sinefillerin”, ‘film izlemeyi seven ama sinemada film izlemeyi sevmeyen’, ‘sinema tarihinin çoğu başyapıtlarını bilmeyen ve ilgilenmeyen’, ‘filmleri kutu kola içer gibi tüketen’, ‘filmleri sosyal medyada iki satırda harcayan, üçüncü bir cümleleri olmayan’ kimseler olduklarına dair, sağlıksız ve temelsiz birtakım tespitler vardı. Bu ithamlar kızgınlık yaratmış, yazıya ve dergiye sosyal medyada tepki gösterilmişti. Bir sonraki sayının, “ülkenin hali ortadayken siz nasıl bir ‘onur mücadelesi’ yaptığınızı tahayyül ediyorsunuz ki” önermesiyle biten açılış yazısında, ‘genç sinema yazarları ve bloggerlar’ tenzih edilmesine ve asıl derdin “screener muhabbeti” olduğu belirtilmesine rağmen aynı üslup devam ettirilmiş, gençler ‘meseleyi saptırmakla’, ‘hırsızlığı savunmakla’, ‘birbirlerinin ve birilerinin gazına gelmekle’ suçlanmıştı. Asıl bomba ise, aynı sayıda, Tunca Arslan imzalı ve “köpek sürüsü” görselleriyle yayımlanana Sinir Krizi Eşiğindeki Sinefiller yazısıyla patladı. ‘Sahte sinema sevdalıları’, ‘festivalde üç kap yemek yiyebilmek içi kırk takla atanlar’, ‘tek bir klasik roman okumadıkları için ikinci cümlelerinde tıkananlar’, ‘okudukları tek sayfa yazıyı anlamaktan acizler’ gibi düpedüz hakaretler içeren; bir yandan gençleri ‘Yunus gibi 40 yıl dergâh kapısında odun taşımaya’ davet eden, diğer yandan ‘odun olmamayı’ da öğütleyen yazıdan sonra, birçokları için köprüler atılmıştı. Hiçbir şekilde geri adım atmayan, aynı zamanda kendi okurları olan insanlara ufak bir özrü dâhi çok gören Arka Pencere, yeni yolculuğunda henüz raflara uğramamışken, tartışmalar ve zamanında karşılıklı olarak söylenenler “doğal olarak” tekrar gün yüzüne çıkmıştı ki, Vardan’ın yazısı “güzel bir merhaba” bekleyenlere, geçen süreye rağmen, “Arka Pencere cephesinde yeni bir şey olmadığını” gösterdi.
Uğur Vardan’ın, bu defa doğrudan genç sinema yazarlarını muhatap alan, “yeni nesil çok bozuldu” ana fikriyle kaleme alınmış yazısı, öncekilerin aksine, “fikri yönden tartışmaya” uygun ve açık bir yazı; diğerleri gibi çiğ üsluba sahip değil, (pek) hakaret içermiyor, oyunu kendi üzerinden kuruyor… Tabii tespit ve gerekçelendirmede noktasında en az öncekiler kadar hatalı bir yazı olduğu da aşikâr. Vardan’ın ana fikrinde hiçbir sorun yok, usta-çırak ilişkisinden, baba-evlat birlikteliğine kadar her alanda, yerde ve çağda, bir adım önde gidenin karşılaştığı bir durumu yansıtıyor: Yeni nesli anlayamama, davranışlarını kabullen(e)meme. Asıl sorun ise, ana fikri destekleyen, satır aralarına gizlenmiş, hatalı tanımlar ve hakkaniyetsiz ithamlar içeren yan fikirlerde. Yazıdan, “tescilliler” ile “tescilsizleri” birbirinden ayıranın ne olduğuna, kimin sinema yazarı kabul edilip kimin edilmeyeceğine, gençlerin film alışkanlıklarına ve sinemaya yaklaşımlarına dair çıkarımlarda bulunmak mümkün.
“Karalıyorsun kendince bir şeyler, veriyorsun sosyal medya üzerinden yayına, bir de Twitter’daki profiline ‘Film Critic’ notunu düşünce, mesele kendiliğinden halloluyor.”
Yazıdan alınan bu kısım, hâkim görüşün, genç sinema yazarlarına, bloggerlara bakış açısının “ibretlik” bir özeti. Tabii bu ifadenin öncesi ve sonrası, yani Vardan’a göre gerekçeleri de var. İlki, tüketim çağında olmamız ve hızla yükselme isteğimiz, “ön tarafa hamle yapan onca insanın arasından sıyrılıp sıradaki uygun yeri ya da yerleri kapmayı” daha önemli bulmamız… İkincisi de bir denetim mekanizmamızın, etrafımızda yazımızı denetleyecek, yol gösterecek bir ‘abi, abla, meslektaş’ımızın olmaması… Bunun gerekçesi de itinayla verilmiş: “çünkü senin (bizim) özgüvenin her şeye yeter, her şeye kâdir”… Sonra Vardan, bunları birleştirerek, rahmetli annesinden örnekle, yazılarımızın olsa olsa “günlük” kabul edilebileceğini, tıpkı annesi gibi, kendimizi sinema yazarı veya kalem erbâbı olarak görmememiz gerektiğini ima ediyor… Sırayla cevap verecek olursak, Vardan, sinema yazarlığının, önünde kuyruk oluşturacak kadar prestijli ve geçerli bir meslek olduğu yanılgısı içerisinde, veya kendi konumundan bakınca bunu görüyor. Kendisinin de mutlak şekilde bildiği gibi, kültür-sanat yazarlığı, özellikle de sinema, ana akım medyanın nerdeyse tamamen dışına itilmiş durumda, tek kanallı dönemin bile gerisindeyiz. Çıkılacak bir televizyon kalmadı, birkaç tanesi dışında gazeteler sinema görevini “fabrika basın bültenleriyle” yerine getiriyorlar. Bir sinema yazarının, hele de rüştünü ispat etmemiş bir gençse, bırakın sinema yazarak hayatını idame ettirmesini, çay-kahve parasını çıkarması bile imkânsız. İnanmak istemeyebilirler ama gençlerin ‘nerdeyse’ tamamı “gönüllü” olarak, para kazanmadan, bir beklenti içerisine girmeden bu işi yapıyor, tıpkı “sermayesiz, patronsuz, tamamen emeğe dayalı” Arka Pencere gibi. Elbette ego tatmini için sinemayla ilgilenen de var, Twitter’daki bio’suna unvan eklemek için yapan da lâkin bu azınlığın genele oranı homojen olmayan her zümrede görülebilecek düzeyde. SİYAD’lı yazarların bile ‘sinema yazarak para kazanamadığı’ bir sinema ortamında, takdir edersiniz ki, gençleri ‘kuyrukta yer kapmaya çalışmak için filmleri hızla tüketmekle’ itham etmenin elle tutulur bir yanı yok. Bize inanmıyorlarsa, Tunca Arslan’a bakabilirler, aynı dergi çatısı altında belirttiği gibi, sinema yazarlığının ederi, kırk takla atılsa bile, ‘festivalde üç kap yemek’… Bir denetim mekanizmasının, yazıları okuyacak editörün, yol gösterecek meslektaşın olmamasına dair eleştiri görece haklı, şahsen, her yazımın mutlaka ikinci bir göz, sinemayı ve Türkçe’yi bilen bir meslektaş, arkadaş tarafından okunmasını isteyen kesimdenim ama bunun “ön şart” veya “yeterli” olmadığının bilincindeyim. Bu kılavuzluk, anlattıkları kadar önemli ve belirleyici olsaydı, Murat Özer’in, Bilgehan Aras’ın, Okan Arpaç’ın, Burak Göral’ın oluşturduğu bir “yayın kurulu”, kişisel Twitter hesabında tepki gösterenlere “it sürüsü” yakıştırması yapan Tunca Arslan’ın yazısını “köpek sürüsü” görseliyle yayımlar mıydı? Veya, Uğur Vardan’ın, herhangi bir eğitim kurumunun kompozisyon bilgisi dersinde bile geçer not alamayacak kadar dağınık ve en az bloggerlarınki kadar özensiz yazısına, bu haliyle, onay verir miydi? Ya da ağabeylik, öğretmenlik yapması gerekenler, sistemin onlarca sorunu varken, gelecek nesle, öğrencilerine ışık tutmak yerine -hatalı bile olsalar- hakaret eder miydi?… Son olarak, neyse ki, teknoloji çağındayız; kimsenin kimseden icazet almasına, kendini birilerine kabul ettirmesine gerek yok. Dileyen herkes, cep telefonuyla bile olsa film çekebilir, kendine yönetmen diyebilir; dileyen herkes, küçücük ekranında film izleyip yazılar kaleme alabilir, kendine sinema yazarı diyebilir. İyi yönetmen-kötü yönetmen, iyi film-kötü film ayrımı nasıl varsa, iyi sinema yazarı-kötü sinema yazarı ayrımı da var; nerde yazdığının, hangi ortamda yayımlandığının, bir abi gözetiminde olup olmadığının bu ayrım üzerinde bir etkisi yoktur.
Tüm bunların yanında, Uğur Vardan’ın, sinema yazarlığını gazetecilikle eşleştirip oradan Spotlight’a kadar gitmesi ise, eğer kastettiği doğrudan biri(leri) yoksa, çağın oldukça gerisinde kaldığının; hem sinema yazarlığının hem de gazeteciliğin evrildiği yeri göremediğinin veya görmek istemediğinin işaretidir. Editör yazısında zuhur bulan “ülkenin hali” ve Tunca Arslan’ın yazısındaki “Emek Sineması’nın yıkımına karşı mücadele edenlerle dalga geçmişseniz pabucumun sinefilisiniz” söylemi bir kez daha karşımıza çıkıyor. Yazı boyunca “sinema yazarlığı, gazeteciliktir” mesajını veren, gazetecilik yapmayanların Spotlight’ı eleştirirken zorlanması gerektiğini, bin düşünüp bir söylemesi gerektiğini dile getiren Vardan, “içinden geçtiğimiz zorlu süreçte arka arkaya gazetecilik davalarına karşı düzenlenen dayanışma yürüyüşlerine, eylemlere katılmanın, mesleğe ilişkin hassasiyetleri yansıtmanın” asıl mesele olduğunu vurguluyor ve bu duruşu sinema yazarlığının ön şartı olarak sunuyor. Vardan’ın kabullenmesi gereken ilk şey şudur: Sinema yazarlığı, -artık- gazetecilik değildir, gazetecilik refleksleriyle açıklanamaz. Hele günümüzde, sosyal medya çağında, gazetecilerin bile görevini yerine getirmek için gazeteye dâhi ihtiyaç duymadığı bir çağda, sinema yazarlığı üzerinde gazetecilik tahakkümü kurma çabası anlamsızdır. Bir sinema yazarının, “film eleştirmeni” kimliğine hapsolmaması, sinema kültürünü yok edenlerin karşısına gerektiğinde kalemiyle gerektiğinde de vücuduyla dikilmesi elbette ki doğru ve saygı duyulası bir davranıştır ama en nihayetinde, Twitter hesaplarının onlarca gazete ve gazeteciden daha etkili olduğu günümüzde, sinema yazarlığını, eski usul gazetecilik kavramının içine hapsetme çabasının karşılık bulması imkânsızdır. Ömür Gedik, Mevlüt Tezel, N. Bengisu Karaca gibi isimlerin, uzun yıllar boyunca Uğur Vardan ve Arka Pencere’deki çoğu yazarla birlikte Sinema Yazarları Derneği üyesi ve aynı apolete sahip olduğu bir ülkede, alttan gelen gençlere, “28 Şubatta nerdeydiniz” ile akraba, “Emek için gazlanırken nerdeydiniz”, “falanca davaya neden gelmediniz” gibi dayatmalarda bulunmasının anlaşılır tarafı yoktur. Uğur Vardan’ın ekmeğini kazandığı gazetenin/kurumun, “içinden geçtiğimiz zorlu süreçte”, “gazetecilik davalarına” yaklaşımı ortadayken; kavgaları başlatan editör yazılarında “ya çekip giderse ne yaparız” denilen Başka Sinema’nın, deprem toplanma arazisine yapılan ve inşaatında 12 işçinin can verdiği Torun Center’da salon açmasının yarattığı açmaz tazeyken, gençlere “Emek ve politik duruş üzerinden” vurmanın iler tutar yanı yoktur. Arka Pencere’nin kurumsal ve kişisel olarak desteklediği Kapalı Gişe belgeselinde, sistemi tekeline aldığı için, -haklı olarak- hedefe oturtulan ve eleştirmenlerin değer verdiği filmlerin seyirciyle buluşmasını engelleyen Mars Cinema Group’un evladı Cinemaximum ile yapılan sponsorluk anlaşması sayesinde, “sinemanın vicdanı” olan eleştirmenlerin ülkemizdeki tek derneği SİYAD’a mensup yazarların, “bedava film izlemesi” ne kadar tutarlı ve doğru bir davranışsa, genç sinema yazarları, bloggerların “film izleme alışkanlıkları”, “sinemaya yaklaşımı” o kadar doğrudur. “Ekende yoğ biçende yoğ, yiyende ortak” zihniyetini iyi tanırız diyenlerin, “kurtla yiyip çobanla ağlamayı” da iyi bildiği de bir doğruymuş…
Velhasıl kelam, ülke sinemasının onca sorunu varken, usta sinema yazarlarının, “oyunu” ısrarla sinefiller, bloggerler, gençler üzerinden kurarak suyun akışını değiştirme çabasının sağlam bir temeli de başarılı olma şansı da yok. Blogger diyerek değersizleştirdikleri, hakaret ettikleri “sürüye” dâhil kişiler, o gün de Arka Pencere içinde vardı, bugün de var, üstelik sayıları daha da arttı; Vardan’la, Arslan’la yan yana yazıyorlar… Metin Erksan, Halit Refiğ gibi isimlerle mücadele ederek sinemadaki eleştiri kurumunu oturtan Sinematek geleneğinin varisi olan ve benim de içinde bulunduğum koca bir jenerasyonu tek başına yetiştiren Sinema Dergisi’nin boşluğunu doldurma misyonunu üstlenen Arka Pencere gibi bir kuruma; öğrencilerine, okurlarına, gençlere düşmanlık yapma vizyonsuzluğu ise hiç yakışmıyor. Elbette, mesleğe sahip çıkacak, doğru bildiklerini söyleyecekler ama “usûl, esasa mukaddemdir”. Ha bir de, Tunca Arslan’ın çeyrek asır önce kaleme aldığı Birbirimizi Paspas Gibi Çiğneyelim! yazısındaki, ‘sinemamızın en el bebek gül bebek’ kurumlarında kalem oynatan “eleştirmenlerin birbirini eleştirmesi” gerekliliği, görünen o ki hiç gerçekleşmedi ama yerini “gençleri paspas gibi çiğneyelim”e bıraktı.