I.
Yusuf Üçlemesinin son halkası Bal’dan (2010) 7 yıl sonra Buğday filmiyle karşımıza gelen Semih Kaplanoğlu, asırlardır tartışılan ve felsefi bir paradoks olan “sanatçının eseri mi, sanatçının dünya görüşü mü” tartışmalarının “küçük ve steril sinema dünyamızda” tekrar alevlenmesine neden oldu, tabii bu tartışmalarda, bizde adet olduğu üzere, fikir telakkisinden ziyade karşılıklı hakaretler, küçümsemeler, fetva vermeler, bakış açısı dayatmalar her tarafı ele geçirdi. Semih Kaplanoğlu, Buğday’ın galasını Beştepe’de yapacak kadar koyu bir iktidar destekçisi, görüşünü ve duruşunu “artık” saklamıyor; filmin senaryosunu beraber yazdığı eşi Leyla İpekçi de iktidar medyasında kalem oynatan bir yazar, kısacası hem dünya görüşleri hem de politik tutumlarıyla “ailecek taraflar”. Öte yandan Kaplanoğlu ülke sinemasının yaşayan en iyi birkaç yönetmeninden biri, hem Yusuf Üçlemesi hem de tartışmaların göbeğindeki Buğday filmi “evrensel standartlarda”, oldukça değerli ve başarılı eserler. Sorun maalesef tam olarak da bu: “AKP’li ve üst düzey bir yönetmen olması”. İktidar yanlısı olmasa veya alışıldığı üzere, muhafazakâr camianın “dev bütçelerle sinema demeye bin şahit isteyen filmler çeken” yönetmenlerinden biri olsa yaşadığımız bu tartışmalar kişisel ve kitlesel gündemimizi 5 dakikadan fazla işgal etmeyecekti.
Buğday özelinde iki farklı yaklaşım söz konusu: İlki, “Kaplanoğlu taraf, siyasete de angaje olmuş biri, bu nedenle filminin ‘sinemasal özelliklerinin’ bir önemi yok”; ikincisi de, kabaca, “yönetmenin dünya görüşü, politik duruşu önemsiz, aslolan eserdir, ona odaklanalım” yaklaşımı… Aslında, biraz da orta yolculuk yaparak, iki görüşe de hak vermek mümkün çünkü her ikisinin de haklı olduğu yön çok. Bir seyircinin, sinema yazarının etrafında olup bitene kayıtsız kalmasını beklemek, talep etmek gerçekçi ve doğru değil; canı yananın, can yakandan yana taraf olana karşı tavır alması gayet normal. İktidarın “genel” tutumu, sanata ve sanatçıya bakış açısı, eylemleri ve söylemleri ayan beyan ortada… Öte yandan durum ak-kara netliğinden çok uzak, zanlı belirlemek, yemek seçercesine istediğine tavır almak da pek kolay değil. İşin sinemasal yönünü tamamen dışarıda bırakarak, salt siyasi gerekçelerle bir eseri yok saymak, ona karşı tavır almak, en başta “tavır alana yük” çünkü etik ve politik bir “tutarlılığı” zorunlu kılıyor: (Örneklerdeki gerekçeleri birbirlerine eş değerlemeden) 16 yaşında bir kıza tecavüz eden Roman Polanski’nin, onlarca kişiye tacizde bulunan Kevin Spacey’nin, mevcut iktidarı doğuran ideolojin sinemadaki en büyük destekçilerinden Metin Erksan’ın, Nazi destekçisi, anti-semitik ve İsrail’de “yasaklı” Richard Wagner’in, Hollywood’daki komünist avında muhbirlik yapan ve birçok ismin hapse girmesine, sektörden aforoz edilmesine neden olanlardan Elia Kazan’ın ve benzer örneklerdeki binlerce sanatçının eserlerini de yok saymayı, şeytanlaştırmayı ve “sinemasal başarılarını dikkate almamayı” gerektiren bir tutarlılık zincirini, muhatabının boynuna bağlıyor. Hatta “17-25 Aralık sonrası Cemaat’le ilişkisi olanlar” şeklinde işgüzar bir kırmızı çizgi belirleyen iktidara benzer tavır almayanlar için, “yetmez ama evet” yolunda Recep Tayyip Erdoğan’ın elini sıkan ama iktidar destekçisi diyerek Semih Kaplanoğlu’nun elini geri çeviren Meltem Cumbul’a da tavır almayı veya, sarkastikleşirsek, muhalif ama aşırı kötü filmler çeken kişilerin eserlerini “yönetmenin politik tutumundan ötürü” allayıp pullamayı da gerektiriyor. Elbette kişinin içinde bulunduğu topluma ve çağa karşı geliştirdiği hassasiyeti, kendisini sınırlı ölçüde ilgilendiren kişilere ve dönemlere de aynı şekilde geliştirmesini talep etmek hakkaniyetli değil, biraz da manipülatif yön barındırıyor ama argümanların gücünü yadsımak çok zor. İster keskin ister yumuşak şekilde olsun, iki yaklaşım da tercih edilebilir, yüksek perdeden dillendirilebilir lâkin başkalarına ahlak ve duruş dayatmaya vardığı anda kendi defoları tarafından çürümeye mahkûm yaklaşımlar oldukları gerçeğini de unutmamak lazım.
II.
Buğday, sinemamız için benzersiz bir eser, kelimenin gerçek manasıyla “benzersiz” çünkü başka bir örneği yok. Yeşilçam’ın Dünyayı Kurtaran Adam’ı (1982) veya Cem Yılmaz’ın G.O.R.A.’sı (2004) gibi zorlama örnekleri dahil etmezsek, bilimkurgu tanımına uygun bir filmimiz yok. Buğday ise, tamamı İngilizce çekilmiş, uluslararası oyuncu kadrosuna sahip, Tarkovsy’den Bergman’a, Malick’e kadar uzanan bir sinema ekolünün temsilcisi, sinemasal açıdan dört başı mamur ve derdi olduğu her karesinden belli “distopik bir bilimkurgu” filmi. Zahiri özelliklerinin yanında içerik olarak da çok zengin bir eser; dinler tarihinden Anadolu mitlerine, modern dünyadan üçüncü dünyaya, bilimden ilime, muhyiden ihyaya kadar uzanan, bol katmanlı bir yapısı var. Dileyen, Hızır ile Musa’nın hikâyesini, Yunus Emre ile Hacı Bektaş arasında geçen ve filmin temelini oluşturan “buğday mı nefes mi” kıssasını, modern çağın yiyip bitirdiği, yok oluşun eşiğine getirdiği dünyayı, Isaac Asimov’un yekvücut Gaia’sını, Batı ile Doğu arasındaki suni ve organik farkları, insanoğlunun kitlesel varoluş sancılarını, toplumsal bilinçdışımızın izdüşümlerini filmin içinde bulabilir; hangilerinin ne ölçüde değerli addedildiğini, hangi kavramın nasıl algılandığını irdeleyip “bilim ilime kurban mı ediliyor, yoksa ilimle bilim arasında yaratılan ikiliğin yerine yekvücut bir irfan anlayışı mı sunuluyor” tartışmasına dâhil olabilir. Hatta, film üzerinden ilerleyerek, “bana buğday değil nefes gerek” diyen bir yönetmenin, politik açıdan taraf olduğu anlayışın ve kişilerin buğdaycı mı, yoksa nefesçi mi olduğunu da tartışmaya açabilir.
Buğday, “iktidar yanlısı” Semih Kaplanoğlu’nu ve onun “üstün” baltalama çabalarını, eleştirmenlerin ve refleksif yaklaşan seyircilerin yok saymalarını alt edebilecek güçte bir film; uzun vadede, fikir dünyamızı bir adım öteye taşımayacak tartışmalardan sağ çıkmayı başaracağı da, “bu ülkede bilimkurgu filmi çekilemez” diyenler ile Allah, Muhammed, Müslüman, din, namaz, ezan vb. kavramlara hiç yermeden inanç filmi yapılabileceğine ihtimal vermeyenleri utandıracağı da aşikar.