Suç, suçlu, kurban arasındaki ilişkinin, zaman ve mekân gözetilerek amatör veya profesyonel bir dedektif tarafından araştırıldığı, gizem ve gerilim duygusunun ön plana çıktığı cinai meseleleri merkezine yerleştiren polisiye, okuyucusunu ve izleyicisini rehin alan bir türdür. Eser tarafından rehin alınan ve buna dünden razı olan okuyucular, muhakeme ve analitik düşünme becerilerini test etme, edebi kaygılar tarafından gölgelenmeden saf gizemin içerisinde yer alma fırsatını kaçırmama eğilimindedir. Kabullenme ve iştirak etme hususunun temel belirleyici ise okuyucunun ve izleyicinin yerine geçeceği, özdeşim kuracağı, zekâsına, cesaretine, becerisine hayran kalacağı dedektiftir ve polisiye külliyatında herkese ve her keseye göre dedektif bulunur: Tek kişilik gösterilerin yıldızı, kibirli ve soğuk Sherlock Holmes, Uzakdoğu felsefesiyle bezeli alçakgönüllülüğünü bir kenara bırakmadan olayların üstesinden gelen Charlie Chan, kabalığı, gücü, umursamazlığıyla tam bir sokak adamı olan Sam Spade, kulak kabarttıklarıyla bulmacanın parçalarını bir araya getiren yaşlı teyze Miss Marple, küçük gri hücreleriyle övünen Hercule Poirot kişisel önceliklere ve bakış açılarına göre emsallerine galebe çalabilir. Biz okuyucular esasında hikâyeden ziyade dedektifin kendisine teslim oluruz ve karşılığında yalnızca kahramanın ayak izlerinden yürüme, olayları onun gözünden seyretme gibi küçük taleplerde bulunuruz. Dedektif, yani yazar, teslimiyetimize karşın bizi hep bir adım geride tutma ve edilgen hale getirme çabası içindedir; son bölümde hikâyeye dâhil olan bir konukla, allak bullak edilmiş bir ipucuyla, oldubittiye getirilen açıklamalarla dedektiften ve çözümden soyutlanırız. Bu durum, oldukça can sıkıcıdır ve dönüp külliyata baktığımızda “intikamı alınması gereken” bir husus haline gelmiştir. Broadway’in oyun yazarlarından Neill Simon ve sinemaya tiyatrodan geçen Robert Moore, Murder by Death’le (1976) rolleri ters yüz ederek bir asırlık intikamı almanın peşine düşmüşlerdir.
Milyoner Lionel Twain (Truman Capote) tarafından hafta sonunu geçirmek ve henüz işlenmemiş bir cinayeti çözmek üzere 5 ünlü dedektif şehir dışındaki malikânesine davet edilir: Milo Perrie (Agatha Christie’nin Hercule Poirot’su) ve şoförü, Dick ve Dora Charleston (Dashiell Hammett’in Thin Man serisindeki Nick ve Nora Charles çifti), Jessica Marbles (Agatha Christie’nin Miss Marple’ı) ve tekerlekli sandalyede getirdiği hemşiresi (!), Sam Diamond (Dashiell Hammett’in Humphrey Bogart’la özdeşleşen Sam Spade’i) ve sevgilisi, Sidney Wang (Earl Derr Biggers’ın Charlie Chan’i) ve evlatlık edindiği oğlu (Aslında filmin son bölümünde Sherlock Holmes de varmış, telif haklarından ötürü filmden çıkarmak zorunda kalmışlar). Malikâneye giderken birçok tuzağı atlatan, kör bir kâhya tarafından karşılanan, sağır ve dilsiz aşçının hazırlamaya çalıştığı akşam yemeğinde Twain’le tanışan dedektiflerimiz, 1 milyon dolar ödüllü, saat 00.00’da işlenecek, kurbanın da katilinde o an yemek salonunda bulunanlardan biri olacağı bir “katil kim” ve “kapalı oda” meydan okumasında davet edilir. Artık dünya çapında nam yapmış bu 5 büyük dedektif, okuyucuları temsil eden Twain’le düelloya tutuşmak ve onu alt etmek zorundadır. Ve bu andan itibaren Simon ve Moore ikilisi, polisiye türünün bütün klişeleri ve kalıplarıyla dalga geçmeye başlar. Artık dedektiflerimiz, tıpkı okuyucuları ve izleyicileri gibi olayları “birkaç adım geriden” takip etmek zorunda kalırlar, çaresizlik ve kapana kısılmışlık hissini sonuna kadar tadarlar.
Simon ve Moore ikilisi, polisiye türünün kalıplarını Agatha Christie’nin On Küçük Zenci ve Doğu Ekspresinde Cinayet eserlerinin bileşkesi bir hikâye üzerinden ters yüz etmekle işe koyulurlar. “Kapalı oda”, 10 saniye ayrıldığınızda eski halinde bulamadığınız, sürekli değişen, tuhaf bir yer haline gelir; “katil kim” sorusu önce “kurban kim”, sonra “katilin kimliği ne” sorusuna evrilir, “katil aşçıymış” şakalarına bile konu olan hikaye neticelendirmeleri asli gizem unsuruna dönüşür. Daha malikâneye varmadan öngörü yetenekleri sınanan dedektifler, takip edilmesi imkânsız olaylar silsilesi içerisinde kurbana, katile, gerekçeye ve ödüle ulaşmaya çalışırlar. Dedektiflerimizin imza özellikleri, alışkanlıkları, metotları da türün klişelerine benzer şekilde ele alınır. Sam Spade’in aşırı maçoluğunun arkasında yatan gizli eşcinselliği, Miss Marple’ın ipucu manipülasyonu, Poirot’nun Belçika- Fransa hassasiyetinin altındaki eziklik, Charlie Chan’in ırk karmaşası, Nick Charles’ın zengin avcılığı gibi spekülasyonlar birer gerçekmiş gibi ele alınır. Yıllardan beri takipçilerine geçit vermeyen kahramanlar, bütün defolarıyla masaya yatırılır.
Film, başarılı tespitlerin ve tahlillerin yanında, özenle yazılmış muzip diyalogları ve güçlü oyunculuklarıyla da ön plana çıkıyor. Bir araya geldiklerinde öldürücü hal alan Alec Guinness, David Niven, Peter Sellers üçlüsü, ses ve konuk oyunculuk dışında ilk defa bir filmde yer alan Truman Capote ve Bogart parodisiyle herkesten rol çalan Peter Falk filmin her anında ışıl ışıl parlıyor. Kahramanların edebiyat ve sinemadaki personalarını ti’ye alan, komedi zamanlaması ve tonu iyi ayarlanmış cümleler ağızdan her döküldüğünde kahkaha atmamak, filmin arkasındaki zekâyı takdir etmemek güçleşiyor.
Amerikan ve İngiliz polisiye geleneğini ameliyat masasına yatıran, izleyiciyle kahramanların yerini değiştiren, olabildiğince muzip ve keyifli bir başyapıt olan Murder by Death, en iyi polisiye parodilerinden biri, hatta birincisi. Her açıdan kusursuz bu eser, maalesef sinema tarihinin tozlu raflarında unutulmuş durumda. Onu alıp parlatmak ise her sinefilin boynuna borç.