Komedi, zordur; hem gerçek hayatta hem de sinemada komiklik yapmak kolay olsa da komik olmak zordur. Yapılması kolay olduğundan deneyeni çok, başaranı azdır, özellikle de günümüzde. Sinemada komedi türünün altın çağı ise çok gerilerde kaldı; Buster Keaton’ın, Marx Kardeşlerin, Monty Python’ın, ZAZ’ın, Mel Brooks’un, Harold Ramis’in çıktığı seviyenin yanına yaklaşabilen kişilere uzun zamandır rastlayamıyoruz. Köklü bir gelenek “ucuz komedyenlerin” eline bakıyor artık, ne isimler ne de eserler külliyata önemli katkılarda bulunabiliyor. Şüphesiz bir çöküş dönemindeyiz. Tüm bu karamsar tabloya rağmen ender de olsa yüreklere su serpen isimler ve onların umut veren eserleri karşımıza çıkıyor, Judd Apatow ve çetesi gibi.
Amerikan komedi geleneğini ayakta tutmaya çalışan ve son 10- 15 yıla damga vuran kuşağa mensup kişilerin çoğu Judd Apatow patentli ve oyuncu, yönetmen, senarist, yapımcı onlarca kişi bulundukları konumu Apatow’a borçlu. Yıkılmaya yüz tutmuş ve gücünü yitirmiş komedi geleneğinin elle tutulur işlerinin çoğu -altın çağ seviyesinden hâlâ çok uzak olsalar da- Apatow’un biraraya getirdiği çetenin elinden çıkma ve her geçen yıl farklı alt türlere, dizi sektörüne ve televizyon şovlarına yelken açarak potu büyütüyorlar. Apatow, genel olarak yapımcılıkla ve dışarıdan destek vermekle yetinse de ara sıra sahaya iniyor. Trainwreck (2015) de sahaya -şimdilik- son inişi.
Apatow’un komediye sadakatini ve metodolojik olarak neden altın çağı örnek aldığını anlamak için bugünlere nasıl geldiğine bakmak lazım. Daha küçük bir çocukken Bill Cosby, George Carlin, Dickie Goodman, Steve Martin, Richard Pryor gibi isimler tarafından “zehirlenen” Apatow, boşanma sonrası aile restorantını bırakıp New York’taki East End Comedy Club’ta çalışmaya başlayan annesinin yanına gidip gelirken kendisini bir anda komedyenlerin dünyasında bulur. Henüz 14 yaşındadır ama Charles Fleischer ve Jay Leno gibi komedyenlerin canlı performanslarını izleme, onlarla tanışma fırsatı yakalar. Daha sonra kendi semtine yakın olan East Side Comedy Club’ta bulaşıkçı olarak işe başlar, 15. doğumgününü her gün gördüğü komedyenlerden biri olma hayaliyle geçirir. Komedi kulübünde çalışmanın yanında okuldaki radyo istasyonunda programlar da hazırlar ve hayatını değiştirecek teklif, radyo yöneticisi Jack DeMasi’den gelir: Komedyenlerle röportajlar yapmak. Başlarda çekinceleri olsa da gittiği isimlerden olumlu dönüşler alınca sonraki iki yılını kulüp komedyeni, televizyon ve sinema yıldızı, yazar, yönetmen gibi sektörün her aşamasında bulunan kırkı aşkın kişiyle röportaj yapmakla geçirir; National Lampoon’s Vacation’un çekim hazırlığındaki Harold Ramis’in ofisine, Jerry Seinfeld’ın “mobilyasız” dairesine, “Weird” Al Yankovic için The New Show’un setine konuk olur; komediye, yazarlığa, şov dünyasına dair önemli tavsiyeler alır. (Tüm bu röportajları topladığı Sick in the Head kitabının önsözünde, Jerry Seinfeld’ın her gün yazman gerekir tavsiyesine asla uymadığını ama o günkü konuşmadan sonra daha çok yazmaya başladığını belirtir.) Daha sonra 1985 yılında Los Angeles’a taşınır, üniversitede senaristlik eğitimi almaya başlar. Hayatının bu evresinde de komedi ön plandadır, Adam Sandler ve Jim Carrey’nin de aralarında bulunduğu onlarca isimle uzun yıllar sürecek dostlukların temelini atar. Komedi, Judd Apatow için hayatın ta kendisi olur.
Apatow, piyasaya çıkardığı jenerasyonun yanında, komedi trendlerini de belirleyen unsurlardan biridir. Alametifarikası olan “bromantic komedi” nasıl piyasayı silip süpürdüyse, Paul Feig’le birlikte yarattıkları Bridesmaids’le (2011) zirve noktalarından birini gören ve bir kasırgaya dönüşen “feminist komedi” de sektöre damga vurmuş durumda. Kadınların komedideki yükselişine destek veren ve sektördeki cinsiyet eşitliğini savunan (Bromantic komedilerini Bechdel testine sokma tekliflerine “O eksikliği gidermek için Leslie Mann’la evlendim zaten” cevabını vermişliği de vardır.) Apatow’un yazıp yönettiği Trainwreck, bromantic ve feminist komedinin birleşimi bir eser olarak (“Superbad meets Bridesmaids” diyebiliriz.) hem sektörün hem Apatow’un kariyer seyrini anlamak isteyenlere kılavuzluk edecek potansiyeldedir.
Trainwreck, kadın merkezli hikayesini, klasik romantik komedilerin aksine, cinsiyet düzleminden çıkartıp karakter odaklı hale getirmeyi başarmış nadir filmlerdendir. Karakterlerini “belli konuma ve yaşa gelmiş bir kadın veya erkek” olarak değil, belli yaşa, konuma ve tecrübeye erişmiş Amy (Evet, Amy Schumer senaryoya Amy adında bir karakter koymuş ve kendisi oynamış.) ve Aaron (Bill Hader) olarak ele alıyor. Tabii bunu yaparken cinsiyet düzleminden de tam kopmuyor, onu sadece bir araç olarak kullanıyor. Superbad’de (2007) büyümeye çalışan erkekler ve Bridesmaids’de evlenmeye, evlilik yürütmeye veya bekar kalmaya çalışan kadınlar olarak ele alınabilecek karakterleri burada cinsiyetleri üzerinden kodlamak zor.
Mizahi açıdan da çok güçlü bir film olan Trainwreck, sadece ikili ilişkilerden doğacak “komikliklere” de bel bağlamıyor. Hikayeye yan karakter olarak dâhil olan LeBron James ve Amar’e Stoudemire’ın basketbol sahalarındaki personalarından, Daniel Radcliffe’ın baş aşağı giden sinema kariyerinin parodisi olan ve karakterlerin karşısına sinemada/televizyonda çıkan kurgu The Dog Walker filminden, magazin sektörünün arızalı eğilimlerinden, sporun yarattığı tiplemelerden de maksimum verimi almayı beceriyor. Sıradan birinin elinde sabun köpüğüne döneşecek hikaye, Apatow’un ellerinde başka bir seviyeye çıkıyor.
Trainwreck, kusursuz bir eser veya başyapıt değil, hatta Apatow’un Aşil Topuğu olan “hikayeyi bir türlü sonlandıramama” hastalığına da yakalanmış durumda ama dudak bükülecek, es geçilecek, kafa sallanacak bir eser de değil. Film çekmek yerine çektirmeyi, yazmak yerine fikir vermeyi tercih eden Apatow’un neden bu filmle sahalara döndüğünü anlamak için çok daha gerilere ve sektörün seyrine bakmak lazım.