Kedi, sanal kimliklerimizle oluşturduğumuz alternatif toplumun gelecek nesillere bırakacağı kolektif bilinçdışı mirasını özetleyecek bir figür, başlı başına fenomen artık. Faydaya endeksli bir kültür ortamında yetişen bireyler olarak kedilerle kurduğumuz ilişki üzerinden çok şey söyleyebiliriz. Tarihsel olarak etinden, sütünden, gücünden faydalandığımız hayvanlar üzerinde kurduğumuz tahakküme karşın “en faydasız” canlı kedilere kul köle olmamız, onlar tarafından sahiplenmeyi kabullenmemiz her açıdan ilginç. 10 günlük çalışma ücretiniz karşılığında, canınızın sıkıldığı her an hayvan öldürebileceğiniz bir toplumda kedilerin elde ettiği ayrıcalıklı konum incelenmesi gereken bir olgu; sebepleri ve nasıl gerçekleştiği insan haklarından kadın haklarına, çocuk haklarından hayvan haklarına dek birçok alanda geri kalmış bizlere yol gösterici olabilir. Sosyologlar bu konuyla ilgili mutlaka çalışma yapıyordur, her fotoğrafının yüzlerce beğeni aldığı kedilere sinema da “doğal olarak” kayıtsız kalmadı.
Kedi fenomenine İstanbul üzerinden eğilen Ceyda Torun’un net isimli belgeseli Kedi, semalarımıza girmeden belli bir beklenti ve ön kabul oluşturmuştu. Amerika’da yaptığı inanılmaz hâsılat ve aldığı övgü merak düzeyini yukarı çekmiş, ülke sınırları dâhilindeki bilinirliğini ve konumlanmayı belirleyen ana unsura dönüşmüştü. Yakın tarihimizde, dış kaynaklı bir ön kabulle karşımıza gelen eserlerin, esasında “iyi olmadığı” ve “dış piyasaya göre tasarlandığı” gerçeğini de tecrübe ettiğimiz için de istemsiz bir çekince doğmuştu. Ve maalesef o istemsiz çekince, Kedi özelinde de haklı temellere dayandığını -bir kez daha- gösterdi.
Net bir şekilde söylemek gerekirse, Kedi gayet vasat ve ele aldığı konunun öz cazibesinden başka tutunacak dalı olmayan bir belgesel; ne anlatıldığı gibi meziyetleri ne de şehir yaşamına dair sağlıklı bakış açısı var. Keyifli, ve maalesef, hepsi bu. İşin kolayına kaçan, kamera önündeki kedilerin çeyreği kadar katkı sağlamayan bir rejinin varlığı bu durumun ana sebebi. Ceyda Torun’un, girişte “faydasız” olarak nitelendirdiğimiz kedilerin, modern çağ insanının “fayda” algısındaki değişimden kaynaklı ayrıcalıklı bir konum elde ettiği ve ülkenin geri kalanından ayrı olarak, bir başına modernleşen İstanbul’un, İstanbul insanının, fayda bağlamı dışına çıkmadan, kedilere konfor alanı sağladığı gibi birbiriyle ilişkili iki ana fikri var. Tartışmaya açık ve irdelenmesi gereken bu ana fikirler, ki ilgi çekici sosyolojik tespitlere gebeler, yardımcı fikirlerle derinleştirilmek yerine süslü romantizme bulanarak muğlaklaştırılıyor. Kabaca, “Kedileri bu kadar çok sevmemizin sebebi ruhumuzun aldığı yaralardır” diyen Torun, her kedi ve insan üzerinden benzer şeyleri söylüyor. Birinci, ikinci, üçüncü derken bir noktadan sonra karşımızdaki eserin sürekli aynı cümleleri sarf ettiği gerçeğiyle baş başa kalıyoruz. Yardımcı fikirlerin yokluğunun yanında “dizi mantığıyla” dolgu İstanbul görüntülerinin (Kültür Bakanlığı’nın kamu spotu tadında bir yaklaşımla sürekli tecavüze uğrayan, tarihi dokusu ve ruhu yerle bir edilen İstanbul’un bu denli masalsı görüntüler eşliğinde sunulması da ayrı bir tartışmanın konusu.) belgeselin içine kova kova boca edilmesi işi daha da zorlaştırıyor; 2-3 dakikada bir, yarım dakikalık şehir görüntüleri karşımıza geliyor. Bir noktadan sonra iş tamamen formüle dökülüyor: İstanbul görüntüleri, kedi, onlara bakan insanlar, İstanbul görüntüleri, kedi, onlara bakan insanlar… İzleyici olarak da, çok şey söyleyebilecekken “tek şey” söylemekle yetinen bu eser karşısında kedilere sığınmak zorunda kalıyoruz.
Kedi, eğer istenseydi, yol gösterici, ufuk açıcı ve dişe dokunur önermeler sunan bir eser olabilirmiş ama “istenmemiş”. Gerekçesi de belli, amaca da ulaşılmış. Yakın dönemde fikri bir birlik ve devamlılık yaratamamış her ülke sinemasında olduğu gibi bizde de “kısayol” üzerinden hedefe giden eserlerin sayısı artıyor; kimileri Mustang gibi hesapçı kimileri Kedi gibi ekmekçi… İlk fırsatta buralardan yırtmayı düşünen insanların ülkesinde her yol mubah artık, herkesin “derdi” kendine.