Japonya’nın en önemli kültürel ihracatı “anime”, uzun yıllar boyunca animasyon filmlerin çocuklara yönelik olduğuna dair yanlış bir inanç besleyen Batı’nın canlandırma sinemasından oldukça farklıdır ve cazibesinin büyük kısmı bu farklılığında yatar. Başta alfabeleri olmak üzere hayatlarının her alanında sesleri geri plana itip görselliği öne çıkartan Japonların yarattığı anime, her şeyden önce bir kültür ürünüdür ve bu bağlam içerisinde ele alınması gerekir. Tam olarak ne Batı’ya ne de Doğu’ya dâhil edilebilen ve bir başına modernleşen Japonya’nın toplumsal yapısı ve tarihsel geçmişi animenin (ve manganın) biçimi, içeriği, felsefesi ve amacı üzerinde belirleyici unsurdur. Bu nedenle bir animeyi veya mangayı doğrudan Batı’ya aktarmak istediğinizde sinemasal gereklilikleri sağlamanın yanında animenin temelinde yatan felsefeyi yaratan kültürü de dikkate almanız ve iki (!) kültür (Esasında anime kendi kültürünü yaratmış bir türdür.) arasındaki geçişi kusursuzca sağlamanız gerekir. (Ve nihayetinde anime Batı’da “alt kültür”, Japonya’da “popüler kültür” ürünüdür.) Yazımızın öznesi Ghost in the Shell’in (Bu noktadan sonra orijinal film için daha doğru bir çeviri olduğuna inandığım Makinedeki Hayalet’i, yeniden çevrim için İngilizce adı olan Ghost in the Shell’i kullanacağım.) yeniden çevrimini de kültür odaklı, orijinal eser ve anime felsefesi üzerinden detaylı olarak ele almayı uygun gördüm çünkü Ghost in the Shell’e getirilecek her eleştiri bir şekilde bu hususlarla ilintili.
Başka Bir Dünya
Makinedeki Hayalet’in yönetmeni Mamoru Oshii, animeyi “başka bir dünya” olarak niteler ve animeyi anlamak için bu yalın nitelemeyi açmak gerekir. Animenin temelinde, kökleri yüzlerce yıl öncesine dayanan ve Batılı çizgi romanın muadili kabul edebileceğimiz “manga” vardır. Japonya’da her yaştan insana ulaşan ve neredeyse her yıl basılı metinlerin yarısını oluşturan mangalar, 1950’lerde ve erken 60’larda Kurosawa, Mizoguchi, Ozu gibi yönetmenlerle zirveye ulaştıktan sonra küreselleşmeye direnemeyip Hollywood’a teslim olan Japon sinemasında oluşan boşluğu dolduran anime için gerekli ortamı ve malzemeyi sağlayan ana kültür ürünüdür ve neredeyse bilindik tüm animeler bir manga uyarlamasıdır. Bu köklülük, 1963 yılında Astro Boy televizyon serisiyle geniş kitlelere ulaşan animelerin işini kolaylaştırır; yerel kültürdeki hazırbulunuşluk, en yalın ve dar haliyle “hareketli manga” olarak nitelenebilecek animenin, “Hollywood karşısında yenilen Japon sinemasının ve küresel kültürle karşılaşma sonucu iki kültür arasında kalan Japon gençlerinin” bütün ihtiyaçlarını karşılayacak yegane unsur olmasını sağlar. Tabii burada savaş sonrasında yeni yeni toparlanan bir toplumun Batı’yla karşılaşmasından doğan kültürel sarsıntılar içerisinde kıvrandığını unutmamak gerekir. İçe dönük bir toplumda yetişen sanatçılar sahneden çekilmeye başladığında yerlerine Batı etkisini iliklerine kadar hisseden ve “başka dünyaların da mümkün olduğunu gören” gençler gelmeye başlamıştır ve anime, iki kültür arasında sıkışanlar için tek kaçış yoludur.
Belli açılardan animenin içeriği kendi kültürüne özgüdür, pek çoğu Japonya’nın tarihsel dokusunu dekor olarak kullanır ama bir o kadar da Batılıdırlar; toplu fedakârlık, daha üst bir yapının parçası olma gibi Japon kültürel normlarının yanında uluslarötesi ve evrensel değerler de sıklıkla vurgulanır. Batı kültürüyle harmanlanmasına rağmen hala kendi değerlerine yakın olan ve belli ölçüde yerel değerler üzerine inşa edilen animelerin amacı kökleri yüceltmek veya Japon kültürel kimliğini güçlendirmek değil, bilhassa o kimliği sorunsallaştırmaktır çünkü animelerin arkasında “arada kalmış bir kuşak”, belki de Mamoru Oshii’nin dediği gibi “Kendi suratlarından nefret eden” ve “Japon oldukları gerçeğinden kaçmaya çalışan” insanlar vardır. Hatta bu nedenle animelerin çoğunda
karakterler, iç dünyalarının yanı sıra, dış görünüş olarak da bir Japon’dan ziyade Batılıya benzer; sarışın, kumral, kızıl ve vücut ebatları Batı standartlarında olan karakterler, başta bilimkurgu animeleri olmak üzere her yerde karşımıza çıkar. (Yeri gelmişken Ghost in the Shell özelinde ortaya atılan Whitewashing tartışmalarının dayanaksız ve sağlıksız olduğu bu bağlam üzerinden anlaşılabilir.) Hem Japonya’yı bir ütopya/distopya addederek ötekileştiren Batı’ya hem de kabuğunu kırmak isteyen ve kendilerine benzemeyen dünyaları arayan Japon gençlerine seslenen animenin “başka bir dünya” olarak nitelenmesinin temelinde bu çapraşık kültür etkileşimi vardır. Herhangi bir hal içinde olmamaya çalışan, beslenmesine rağmen temel olarak ulusal kimlik taşımayan ve uluslarötesi bir kültürün parçası olmayı amaçlayan animelerin cazibesi biraz da bu konumlandırmada yatar ve herhangi bir animeyi Batı’ya uyarladığınızda onlarca hususu çeviride kaybetme ihtimaliyle karşılaşırsınız; henüz bu durumu aşabilen bir anime uyarlamasıyla karşılaşmamamızın sebebi de animenin ayrı ve başlı başına bir dünya oluşudur. Makinedeki Hayalet; Batılı eserler olan Blade Runner filminin ve William Gibson’ın Neuromancer kitabının üzerine inşa edilmiş ve Japon kültürüyle yoğrulmuş olmasına rağmen kendisi ne Batılı ne Doğulu ne de Japondur; o sadece animenin “başka dünyası” içinde anlam bulan “biricik” bir eserdir. Görsel olarak orijinal eserin dünyasına sadık kalmaya çalışan Ghost in the Shell’in felsefi açıdan çöküşüne giden yolu açan da animeyi kendi kültürü içerisinden kopartıp Batı’ya uyarlama çabasıdır.
Makinedeki Hayalet Dogması
Animenin alt başlıklarından Mecha (İngilizcedeki mechanical kelimesinden türetilmiş, başta robotlar olmak üzere teknolojik ilerlemeler ve olaylar çerçevesinde geçen bilimkurgulara verilen isim.) türünün en değerli eserlerinden biri olan ve Batı’da geniş yankı uyandıran Makinedeki Hayalet’i bu kadar benzersiz kılan şeylerden biri, hatta birincisi, inşa ettiği felsefedir ve bu felsefe, tıpkı anime türünün kendisi gibi birçok kaynaktan beslenen melez bir düşünce yapısının ürünüdür. Her şeyden önce filmin, daha doğrusu uyarlandığı manganın adı, kökleri antik Yunan filozoflarına kadar dayanan bir felsefi tartışmanın da adıdır. Platon’un zihin-idea ilişkisiyle Aristoteles’in ruh kuramındaki form-madde karşıtlığına dayanan ve Descartes tarafından şekillendirilen düalist Kartezyen felsefenin ruhu ve bedeni ayrı ayrı ele almasına karşı çıkan 20. yüzyıl düşünürü Gilbert Ryle’ın “Makinedeki Hayalet Dogması” adındaki hipotezinin yarattığı tartışma, Masamune Shirow’un mangasının hem isim babası hem eserin temelinde yatan felsefenin ana kaynağı olur. Bu felsefi düşüncelerin yanında başta Hristiyanlık olmak üzere bütün dinlerin temelinde yatan ruh ve bedenin ayrı bir varlık olarak ele alınmasına itiraz eden Gilbert Ryle’a kâğıt üzerinde ve perdede karşı itirazda bulunan Masamune Shirow ve filmin yönetmeni Mamoru Oshii, bir nevi sanatsal manifesto yazarlar. (Filmde Puppet Master’ın sürekli İncil’den alıntılar yapması, filmin ana şarkısının Şinto ayinlerinde kullanılan müziklerle bağlantılı olması, Şinto ve Budist kökenli vücutsuz ve şekilsiz bir varlıkla birleşme fikirlerinin vurgulanması filmin köklerine dair önemli göstergelerdir.)
Bedenle ruhu ayırarak işe başlayan, bedeni bir kabuk, zihni/aklı/ruhu bedenden bağımsız bir varlık olarak sunan ve ikisi arasındaki karmaşık ilişkiyi irdeleyen Makinedeki Hayalet’in asıl meziyetini ise bundan sonra yaptıklarında aramak/bulmak mümkündür. Makinedeki Hayalet bir bilimkurgu olduğunun bilincindedir ve felsefi soru(n)ların hepsine ait olduğu türe uygun yaklaşımlarla çözüm arar, ruh ile vücudun yanına teknolojiyi ekleyerek üçayaklı bir sistem yaratır. İnsan vücudu yerine cyborg’ü, ilahi bir yüce varlık yerine Net’i koyarak denklemi karmaşıklaştıran film, binlerce yıllık ruh-
beden tartışmasına yeni ve modern bir açıdan bakılmasına da olanak sağlar: Teknolojik bir çağda insanın ruhu olabilir mi, teknolojik araçlarla ruha bağlanmak, ilişki kurmak mümkün müdür? Filmin esas aksiyonu da bu tarz sorular üzerinden ilerler, Kusanagi’nin ve 9. Bölüm’ün Puppet Master’la olan kovalamacası bir araca, Kusanagi’nin ruhsal kimliğini arayışı ise ana amaca dönüşür. Bu arayışta da animenin “başka bir dünyaya ait olma” hali devreye girer: Blade Runner ve Neuramancer’la akraba olan Makinedeki Hayalet bu eserlerle biçim olarak birebir örtüşse de fikri açıdan ayrı bir yol izler, problemlere farklı çözümler arar ve sunar.
Makinedeki Hayalet’ten Ghost in the Shell’e
Blade Runner (ve çoğu Batılı bilimkurgu) benlikten çıkış odaklıyken, Makinedeki Hayalet benliğe dönüşü amaçlar; ilkinde cennetten kovulmuş “düşkün meleklerin/robotların” kısıtlı ömrünü uzatma ve insan olma çabası, ikincisinde Net’te doğan (“O kız Net’te doğdu” filmin afişe çıkardığı sloganlardan biridir.) birinin kimlik/benlik arayışı vardır. Kusanagi’nin kimlik arayışı da, Blade Runner’daki robotların aksine, “insani” değildir ve hiçbir şekilde “insanı insan yapan en önemli unsur” olan geçmişe ve hafızaya atıf veya vurgu yoktur. Kusanagi’nin bir ailesi, hatta açılışta cyborg bedeninin doğumunu görmemize rağmen, bir yaratıcısı yoktur ve kendisi/ruhu dünyevilikten arındırılmıştır. Tüm bu detaylar “başka bir dünyaya ait” ve “Makinedeki Hayalet Dogmasını irdeleyen” filmin felsefesine arka çıkarken, animeyi yeniden uyarlama iddiasındaki Ghost in the Shell işe orijinalinin itinayla kurduğu yapıyı yıkmakla başlar. Ghost in the Shell’de Kusanagi’ye anılar, geçmiş, anne bahşedilir, hatta biyolojik annesiyle cyborg bedeninin yeniden yaratımını üstlenen Dr. Ouelet (Juliette Binoche)arasında bir annelik ikilemi bile yaratılır. Çalıştığı bölüm bir noktadan sonra aileye dönüşür. Dağılan arka plan nedeniyle yüce varlık Puppet Master da yerini ne idüğü belirsiz Kuzo’ya bırakır. Makinedeki Hayalet’teki felsefeden doğan ruhani dinginlik ve kadınsı sükûnet yerini cinsellik kokan ve bitmek bilmeyen aksiyonlardan doğan rahatsız edici bir gürültüye bırakır. Kısaca Makinedeki Hayalet’in üzerine kitap yazılacak felsefesi paramparça edilir ve yerine Amerikan soslu, kutsal aile odaklı, Frankensteinvari bir yaratıcı-yaratılan ikilemi yerleştirilir. Orijinal filme sahne sahne saygı duruşunda bulunan ve görsel açıdan sadakatiyle alkış toplayan Ghost in the Shell’in fikri sığlığına en ufak bir sempati beslemek, kendisiyle uzlaşmak bile mümkün değildir.
Peki, ne yapmak gerekiyor? Yılda 5-10 tane benzeriyle karşılaştığımız Ghost in the Shell’i, emsaline ancak 5-10 yılda bir rastladığımız Makinedeki Hayalet’in uyarlaması olarak mı kabul etmek gerekiyor yoksa şekil açısından orijinaline saygı duyan ama içerik olarak kendi yolunu çizmeye çalışan bir Hollywood eseri olarak ele almak mı? Aslında her ikisi de, en azından ben öyle yaptım. Makinedeki Hayalet’in hayranı olarak filmin felsefesinin harcanmasını ve yerine bayağı bir düşünce ikame edilmesini oldukça yadırgadım ama orijinal eseri bir kenara koyduğumda da eli yüzü düzgün, seyir zevki veren ve “Hollywood standartlarına göre” kabul edilebilir bir eserle karşılaşmaktan da mutluluk duydum. Belki de Makinedeki Hayalet’in esasında ne kadar muazzam bir eser olduğunu hatırlattığı ve üzerine tekrar düşünmemi sağladığı için başarısız bir denemeye, başarısız bir deneme muamelesi çekmeden teşekkürlerimi sunma yoluna gittim. Söz konusu Kusanagi olunca her türlü yol aynı kapıya çıkabiliyor.