Afişi gördüğüm ve filmin adını okuduğum an sordum kendime: Acaba “The Boss Baby” (Patron Bebek) neyi anlatıyor?
Bir filmi izlemek için bu denli heveslendiğimi ancak beni neyin beklediğine dair, daha doğrusu ne beklemem gerektiğine dair kendimi bu denli boşlukta hissettiğimi hatırlamıyorum, yakın tarihte böylesi duygular yaşamadığımdan eminim en azından. Peki neydi beni bu kadar heveslendiren, cezbeden? Ne oldum olası sevdiğim Alec Baldwin’di beni heyecanlandıran ne de gülme garantili bir animasyonla karşı karşıya bulunmamdı. Hayır, sanırım ben bu “patron bebek” konseptinin hayal gücünün sınırları zorlayacak denli çılgınca bir fikir olmasından etkilendim, hatta hayran kaldım bile diyebilirim.
Marla Frazee’nin kitabından uyarlanan The Boss Baby, bir ön-kabul üzeriden yaratılmış dünyası içinden günümüze, daha doğrusu Amerika’nın bugününe getirdiği eleştiriyi eğlenceli mi eğlenceli bir dille aktarıyor sinema izleyicisine. “Bebekler nereden gelir” sorusunu Storks animasyonundakine benzer bir yerden yaklaşan hikayenin başrolünde ise “patron olmak için doğmuş” bir bebek yer alıyor.
Filmin başında, Tim adlı bir çocuğun kusursuz hayatına tanıklık ediyoruz. Annesi ve babası Köpek Şirketi’nde çalışıyor olmalarına karşın çocuklarına zaman ayırmayı kesinlik ihmal etmiyor. Öyle ki yeri geliyor hayal gücünün sınırları olmayan Tim’in dünyasına dahil oluyor, ona birçok çocuğun hayalini kurduğu (ve Hollywood’un yıllardır bizlere aşıladığı) bir çocukluk yaşatıyorlar. Ne var ki her ailede olduğu gibi Tim’in kusursuz dünyası evin yeni misafiriyle aniden yıkılıyor. Takım elbisesi, evrak çantası ve patron havasıyla bu Patron Bebek, Tim’in belası oluyor. Haliyle de Tim eski hayatına geri dönebilmek için bir mücadeleye girişiyor.
Birçok Hollywood animasyonunun aksine Patron Bebek, gerçek dünya ile hayal dünyası arasındaki orta mesafenin önemi vurgu yapan bir hikaye anlatıyor bizlere. Zira gerek “isimsiz” olmasıyla, yani sistem içindeki memurlardan, parçalardan biri olmasıyla bu Patron Bebek sistemin işlevselliğini ve reel dünyayı savunurken; hayallerinin peşinde koşan ve bir “özne” olan Tim de Amerikan sinemasının ve kültürünün sürekli vurguladığı o “özgür birey”i temsil ediyor. Ancak film –her ne kadar başlarda bu yolda ilerlese de– bu iki farklı görüşün savaşını, çekişmesini anlatmıyor; bir kazanın ve bir kaybedenin olduğu bir sonla veda etmiyor. Aksine, bu iki farklı düşüncenin birlikteliğinden doğan bir güçle, farklı bir soruna saldırıyor.
Şehir merkezinin dışındaki müstakil evlerinde yaşayan, yediği önünde yemediği arkasındaki orta sınıfa odaklanan hikaye, günün sonunda bizim de yakından bildiğimiz nüfus artırımı projelerinden birine dönüyor. Zira büyüme hızı her geçen yıl daha da gerileyen Amerika’da özellikle de orta sınıf, yani çocuğunu koleje gönderme imkanı olan, yüksek vergi ödemeye müsait aileler artık daha ziyade tek çocukla yetinir oldu. Öyle ki çocukların, insan yavrularının yerini filmde de bahsettiği üzere ömür boyu sürmeyecek sorumluluklar almaya başladı. Ve bu sınıftan arta kalan boşluk da Amerikan kültürüne eleştirel bir bakış açısı getirebilen “yabancılar” doldurulur oldu. Kısacası burada asıl odaklanılan mesele Amerikan sisteminin sorunları veya Amerikan kültürünün kendisi değil, bu sistemin/düzenin ve kültürün böyle giderse bozulmaya başlayacağı gerçeği. Filmin amacı da belki bir noktada (abartarak söylemek gerekirse) Amerikan halkına asıl sorunun/düşmanın kim olduğunu hatırlatmak.
Her yaştan izleyiciye farklı perspektiflerden ulaşmayı başaran, satır aralarındaki söylemler ve göndermelerle insanı şaşkına çevirmesine karşın yine de eğlendiren The Boss Baby, gerek sevimli karakterleri, güzel esprileri ve zarif detaylarıyla eğlenmek isteyenleri kesinlikle tatmin ediyor. Ne kadar iyi olursa olsun aslının hiçbir yerde olmaması ise (en azından ben hiçbir yerde asıl diliyle oynamıyor diye biliyorum, yanlış bir bilgilendirme yapıyorsam şimdiden kusura bakmayın) insanı üzmüyor değil…