Tanrı’nın ölümünü kayıtlara geçiren her ne kadar Nietzsche’nin ünlü “Gott ist tot.” (Tanrı öldü) sözü olsa da Tanrı’nın öldüğü gerçeği ilkin Protestanlığın doğuşuyla çıkıyor net bir şekilde karşımıza. Descartes Tanrı’nın ölümünü yöntemsel olarak ispatladıktan sonra ise Nietzsche Tanrı’nın ölümünü duyururken, bir yandan da yıllar boyu faili meçhul kalmış bu cinayetin faili olarak da insanı işaret ediyor.
King Kong efsanesi, Nietzsche’nin bahsettiği cinayetin en somut örneklerinden biri esasen. Her ne kadar mitolojiyle ilintili, ölümlülük, yarı-tanrılık ve tanrılık ile ilişki içinde olsa bile temelde Descartes’ın sözünü ettiği, Tanrı’nın insan üzerindeki kontrolünü kaybetmesi ve yüce bir varlık olmaktan öteye geçememesine dayanıyor. Merian C. Cooper’ın yarattığı King Kong’u yeniden ele alan Kong: Skull Island filmi ise bir zamanlar işlemiş olduğu suçtan vicdanı sızlayan insanlığın bugün geldiği noktayı temsil ediyor olmasıyla da farklı bir yerde duruyor.
1933 yapımı King Kong filminde gördüğümüz Skull Island (Kafatası Adası) ilkel insan ile Tanrı arasındaki ilişkiyi somut bir düzlemde yeniden sunuyor bizlere. Tanrı figürü olarak insan-ötesi bir varlık seçmek yerine doğayla özdeşleşmiş bir figür olan gorili, yani insan-dışı bir hayvanı tercih ediliyor hikayede. “Gelecekten” gelen çekim ekibi ve ilkel insan arasındaki temaslar da bu ilkel Tanrı’nın denetimi/kontrolü altında gerçekleşiyor ilk olarak. Gelecekten gelen “Altın Kadın” Hesiodos’un “İşler ve Günler”indeki o altın çağa bir göndermede bulunarak bir anlamda da modernin ilkel üzerindeki üstünlüğünü doğallaştırıyor ve bizlere insanın Kong adlı ilkel Tanrı’yı mağlup edeceğinin ilk sinyallerini veriyor.
Yüzünde patlayan flaşları bir tehdit olarak algılayan Kong insanın kendini aldatmasından duyduğu öfkeyle saldırganlaşıyor. Ve kendinden kat kat büyük olan insan yapımı Empire State Binası’na tırmanırken de aslında insanın gücüne karşı bir mücadele veriyor. Zira kendisinden, bir anlamda da Tanrı’dan haberdar bile olmayan modern insanın yarattığı yüksek yapının yüceliği karşısında eziliyor olmaktan, gölgesinde kalmaktan duyduğu bilinçsiz bir “kıskançlıkla” üzerine çıkmaya ve insandan daha üstün olduğunu göstermeye çabalıyor. Ancak kendinden daha da yüksekteki uçaklar karşısında Kong daha fazla dayanamıyor.
1933 yapımı King Kong’taki Kong ile Kong: Skull Island filmindeki Kong arasındaki fiziksel farklılık belli ediyor kendini. Zira ilk filmde hafif kamburu çıkmış iri, bir diğer tabirle “doğal”a daha yakın bir Tanrı figürü tercih edilirken 2017 yapımı filmde Platon’un çizmiş olduğu ideal insanı hatırlatan atletik yapılı, kamburu olmayan bir Kong çıkıyor izleyici karşısına. King Kong’da Tanrı’yı onun yüceliğine yakışır bir şekilde öldüren, katlettiği Tanrı’nın trajik ölümünden sorumlu olduğunu hisseden bir “insan” anlatılırken Kong: Skull Island’da Tanrı’yı öldürmeyen, onu öldürmeye “ihtiyaç” duymayan bir modern insan çiziliyor. Öyle ki sıradan insanlardan araştırma ekibi, yetersiz ekipmana ve silaha rağmen Tanrı’yla eşdeğer bir güce sahip olduklarını kendisine gösteriyor, bu ilkel Tanrı’ya “onurlu” bir ölüm vermektense üzerinde bir egemenlik kurup, Tanrı’yı kendilerine borçlu duruma düşürerek bir anlamda da boyundurukları altına alıyorlar. Kısacası Tanrı’yı öldürmek ve ona onurlu bir ölüm vermek yerine, kendini Tanrı’yla eşdeğer bir konuma getirerek sonrasında (muhtemelen sonraki filmlerden birinde) işleyeceği cinayeti sıradanlaştırıyor.
Yönetmenliğini Jordan Vogt-Roberts’ın üstlendiği Kong: Skull Island filmi farkında bile olmaksızın insanın Tanrı’yı öldürmekten duyduğu vicdan azabının günümüzde artık var olmadığını gösteriyor bizlere. İnsanın acımasız tarafını (özellikle de Kong’un yakıldığı sahne) gösteren, Tanrı’nın onurlu ölümü yerini Hypatia’nın katliyle doldurmaya fazlasıyla yaklaşan film, kimin daha ilkel olduğu sorusunu getiriyor akıllara. Ancak izleyiciyi bu sorgulama sürecine yönetmen değil filmdeki vahşetin, acımasızlığın kendisi yöneltiyor. Aslı gibi modernin üstünlüğünü savunmayı sürdüren Kong: Skull Island insanın her geçen gün nasıl da ilkelleştiğini, değişimin artık ileriye değil geriye dönük gerçekleştiğini gözler önüne sürüyor. Ancak bu gerçeği görebilmek adına maalesef filme dışarıdan bakmak gerekiyor…