Uluslararası üne kavuşmuş bir yönetmen kitap yazmaya karar verir ve yayımlamadan önce son halini vermek üzere Londra’da yaşayan bir tanıdığını İstanbul’a davet eder. Aynı gece ortadan kaybolur ve bir daha haber alınamaz.
Çıkış noktası bu şekilde özetlenebilecek Ferzan Özpetek imzalı film İstanbul Kırmızısı İstanbul’a dönen ana karakteri Orhan (Halit Ergenç) ile birlikte şehre önce gökyüzünden bakmaya başlıyor. Karaköy kıyılarından Boğaz’daki meşhur kırmızı yalıya doğru yol alırken izleyici olarak biz de İstanbul’u neden beğendiğimizi, çoğumuzun neden burada yaşamak istediğini ve turistlerin neden geldiğini hatırlıyoruz. Keyif veren görüntüler ilk dakikalardan şehri yüceltip, arzu nesnesine dönüştürüyor. Gerçekle, İstanbul’un günümüzdeki korkunç haliyle asla işi olmuyor Ferzan Özpetek’in. Bir ara artık yalısından çıkmadığını itiraf eden zengin eski İstanbul hanımefendisinin ağzından “İstanbul çok bozuldu” minvalinde bir iki cümle duyuyoruz ancak görsel bir karşılık asla sunulmuyor. Elbette anlaşılabilir bir tercih bu. Kentsel dönüşüm belgeseli değil, bir şehre aşk mektubu izliyoruz.
Ferzan Özpetek’in uzun zamandır çektiği ilk Türkçe film olan İstanbul Kırmızısı, Türkçeye ve yerli filmlere hakim izleyici için katlanılması güç diyaloglarla örülü. Arkadaş arasında Yeşilçam şakaları yapıldığında ya da ağdalı konuşma taklitlerinde duyulabilecek, ortaokul öğrencisi yazsa “çocuktur” diye gülüp geçilebilecek, belki sadece İclal Aydın ya da Sunay Akın sevenlerin tahammül edebileceği, günlük hayata temas edemeyen cümleler bunlar. Bir iki yerde değil, her sahnede kullanılan bu tarz replik ve aforizmalar “keşke Türkçe bilmeyip de altyazıyla izleseydim” dedirtecek kadar tahammülfersa ve korkarım ki; gülünç.
Diyalog yazımını bir kenara bırakalım. İstanbul Kırmızısı’nın çatı kurma ve öyküyü sürdürme konularında da ciddi problemleri var. Çok zengin ve başarılı bir yönetmen olan Deniz’in (Nejat İşler) kitabına yardımcı olması için çağırdığı adam hayatında bir kez, o da uzun yıllar önce kitap yazmış, sonra da yaşadığı trajediden kaçmak için Londra’ya sığınmış (sığınma kelimesi filmde kullanılıyor) biri. Türkiye’de kitaba yardımcı olacak kimse kalmadı mı da Orhan çağırıldı? Hiç kimse yoksa evine partiye gittikleri ünlü yazar var. Zaten sonunda “ben bitiririm kitabı” diye teklif de ediyor. Orhan’ı İstanbul’a döndürmek için daha akıllıca bir yol seçilebilirdi. Sadece eski dostunu görmeye gelmiş ve uçakta da kitabının taslağını okumuş biri olsa yeterdi mesela. Deniz’in neden Orhan’ı çağırıp ortadan kaybolduğu açıklanmıyor, bırakalım açıklamayı, hayal gücümüzü çalıştırmamız için kırıntı bile bırakılmıyor, velhasıl Hansel ve Gretel gibi yolumuzu kaybediyoruz.
Orhan geldiği gün Deniz’le beraber İstanbul’da birçok yere gidip bol miktarda alkol alıyor ve sızdıktan sonra Deniz’i kaybediyor. Bu şüpheli sırra kadem basış aile sofrasında başlayan “sen geldin Deniz kayboldu” şamatasıyla ilk kez dile getiriliyor ve sonrasında karakola taşınarak konu ciddiye dönüyor. Ne var ki bu kriminal ton da çok geçmeden unutulup işlevsiz halde bırakılıyor. Ne bir yere varacakmış gibi duran kadın komiser karakter, ne sorgu, ne de üstü kapalı suçlamalar bir yere varıyor. Böylece belki sadece Orhan’ın ülkeyi terk etmesi geciktirilmiş oluyor diyebiliriz ancak o zaman bile atılan taşın ürkütülen kurbağaya değmediğini inkar edemeyiz.
Ferzan Özpetek film boyunca kah Boğaz’daki yalıdan köprünün ayaklarını seyrettiriyor, kah Türkiye’nin en yüksek binasındaki üç yüz küsur metrekarelik milyonlarca dolarlık rezidanstan şehre baktırıyor, kah Galata’da teraslı bir evde mükellef sofralara oturtuyor, kah Asmalımescit’in afili köşesinde uzun uzun çekim yapıyor. Ülkenin yüzde 1’lik en zengin kesimini anlattığı filminde Cumartesi Annelerinin önünden geçmesi ya da yolda kalmış Kürt aileyi otogara bırakması işte bu yüzden samimi gelmiyor.
Ferzan Bey’in Duyarlılığı
Filmin, ondan asla talep edilmeyen bir duyarlılığı var. Müdavimi oldukları pahalı restorandan çıkan iki karakterin gözü önünde bir kağıt toplayıcıya otomobil çarpıyor mesela. Gazete kağıtları uzun uzun havada süzülüyor, sonra da yerde yatan adamı görüyoruz. “Kağıtlarım, bugün çok kağıt toplamıştım, yardım eder misin ağabey, dağıldılar” tadında, role asla uymayan bir ses tonu ve kötü oyunculukla Küçük Emrah gibi ölüyor adam. Bu sahne neden var, belirsiz.
Karakterlerimiz yolda yürürken Cumartesi Annelerinin önünden geçiyor bir yerde, anneler de yüzde 99 flu. Galata Kulesi ve deniz manzaralı, Galata’da çok pahalı bir evin terasında kırmızı şarap içmeye giderken Cumartesi Annelerinin önünden geçiyorlar diye bu sahneyi alkışlamalı mıyız? Filminde Cumartesi Anneleri meselesine mi değinmiş oldu yönetmen bunu yaparak? Biz anladık sadece, neden olduğunu değil, o haykıranların kim olduğunu anladık ama İtalyanlar o kadarını bile anladı mı mesela?
Yalının hizmetçisi Kürt bir kadın. Çok kısa bir sahnede telaşla Kürtçe konuşurken telefonda görüyoruz, ne olduğunu anlamıyoruz. İlerleyen dakikalarda yalıda bir hareketlilik, herkes koşturuyor, mutfakta erzak hazırlanıyor, Kürt hizmetçi “tek başıma yetiştiremezdim, sizi de bu saatte” gibi şeyler söylüyor. O evde yaşamayan Neval (Tuba Büyüküstün) kurtarıcı pozisyonunda, Orhan da ona yardım edeceğini söylüyor… Ne mi olmuş dersiniz. Hizmetçi kızın ağabeyi evini kaybetmiş, bir akrabada kalmak için çoluk çocuk İstanbul’a gelmişler ama olmamış, bizim kurtarma timimiz de onları alıp otogara bırakıyor Bursa’ya gidebilsinler diye. Bu kadar. Yalıda hiç boş oda yok muydu acaba, sokakta kaldıkları o gecenin devamını yolda geçirmek zorunda kalmasaydı talihsiz aile? Ya da yoldan bir dürüm alamazlar mıydı da evde erzak hazırlayıp aileyi sokakta beklettiler? Şimdi Ferzan Özpetek Kürtlerin acılarını gördü, filminde buna değindi diye mutlu mu olmalıyız? Ferzan Özpetek filmine Kürtlerin problemlerini meze yapmıştır, bunu bir motif olarak kullanıp harcamıştır. Belki gittikleri otogarda, tam da o sırada omuzlarda hoplatmalı bir asker uğurlaması gerçekleşmekte olmasaydı ithamım yoruma açık olabilirdi ancak ne yazık ki Deniz Gamze Ergüven tarzı yerli acıları kullanarak yabancı seyirciye oynama sahneleri bunlar. Kariyeri boyunca hassaslığıyla tanıdığımız, bizi aşkın her türlüsüne inandıran ve ruhumuza dokunan Ferzan Özpetek’in neden böyle şeyler yaptığını anlamak güç.
Daha yazacak çok şey var. Özpetek senaryosunu internete koysa satır satır neden kötü olduğunu açıklayabilirim ama şu an bu kadar saçmalığı tek tek hatırlayamıyorum. Umarım İstanbul Kırmızısı çok sevdiğimiz yönetmenin kariyerinde nazar boncuğu olarak kalır ve bundan sonra onun elinden çıkma, içimizi ısıtan harika filmler izlemeye devam ederiz.