Nip/Tuck ile hayatımıza giren hatta bazılarımızın hayatını değiştiren Ryan Murphy daha sonra özgür dünya hayali kuranların rüyalara dalmasına vesile müzikal gençlik dizisi Glee ve korku külliyatını tek potada eritmeye hevesli American Horror Story ile televizyon yolculuğuna devam etti. Geçtiğimiz yıl Glee sona erince de tüm enerjisini AHS – Hotel’e verme fırsatı buldu.
American Horror Story ilk sezonuyla 2011 senesinde karşımıza çıktı. Rüyayla gerçeğin iç içe geçtiği, gri tonlarda, şimdiye dek görüp korktuğumuz ne varsa bir araya getirmiş gibi duran, sürekliliği ya da bütünlüğü değil anı önemseyen; hızlı ama çok hızlı, tek saniye bile durup düşünmemize izin vermeyen bir dizi ile tanıştık. Jessica Lange ekranda devleşti, çok özlediğimiz Frances Conroy’a kavuştuk ve yeni, daha önce radarımıza takılmayan oyuncularla tanıştık. Birinci sınıf yönetmenler, deli işi senaryolar ve FX ekranına yakışır yapım tasarımlarıyla buluştu.
12 bölümlük başarılı ilk sezonun ardından Asylum adlı ikinci sezon başladı. Aynı oyuncu kadrosu, yepyeni bir hikayede farklı rollerde karşımıza çıktı. Önce şaşırdık sonra alıştık ve eğlenmeye başladık. Risk büyüktü ama Ryan Murphy ve Brad Falchuk altından kalktı. Heroes’u yıllarca tek başına sürükleyen Zachary Quinto’yla yeniden buluştuk, Joseph Fiennes gibi büyük bir isim kadroya katıldı, Sarah Paulson’a aşık olduk. İlk sezon kadar deli işi değildi belki ama akıl hastanesi atmosferi ve tekinsiz karakterler ilgiyi ayakta tutmaya yetti.
Coven üçüncü sezona konan isimdi, oyuncuları farklı rollerde görmek bu kez şaşırtmadı ve cadılık üzerine bir sezon izledik. James Cromwell, Chloe Sevigny ve Adam Levine gibi isimler hareket getirdi. Öte yandan malzemenin git gide azalıyor oluşu problem yarattı ve cadı öykülerinin fazla bilindik oluşu ile bu sezon füzyona çok daha az başvurulması kan kaybı hissiyatı verdi.
Dördüncü sezon dizinin ruhuna en aykırı olandı. Freak Show gezici bir sirki mekan belirliyor ve fiziksel deformasyonlar üzerine hikayesini kuruyordu. A noktasından B noktasına düz bir çizgide ilerleyen senaryo şaşırtmaktan uzak, heyecansız, kelimenin tam anlamıyla düzdü. AHS’nin karşımıza hiç görmediğimiz dünyaları getirdiğini kimse iddia edemez. İzleyicinin onu bu kadar sevmesinin sebebi, ele aldığı türe hakim olması ve yarattığı leziz karışımlardı, onlarca unsuru mükemmel dozlarda bir araya getirip yepyeni lezzetler sunabilmesiydi. Sebze kemirmekten çok, leziz bir püre yemeyi sevenleri yakalamıştı. Ancak Freak Show her ne kadar kendi çapında ilgi çekici olsa da, AHS ruhuna uygun değildi.
Ekranları ekim 2015 itibariyle işgal etmeye başlayan beşinci sezon Hotel ise adından da anlaşılacağı üzere Los Angeles Hotel Cortez’i kendine mekan seçiyor. Açılış sahnesinde reklamla dolandırılmış iki İsveçli genç kadın turisti taksiden inerken görüyoruz. Bir gecelik ücreti peşin ödediklerinden mecburen kalmaya karar veriyorlar bu ürkütücü otelde ancak çok geçmeden yataklarından kötü kokular geliyor.
Ryan Murphy’nin balık gözü lens ve bol şaryo kullanımıyla kotardığı ilk bölüm Stanley Kubrick başyapıtı Cinnet’e (The Shining, 1980) saygı duruşu niteliğinde. Koridorda gezinen tekinsiz ikizler, yıllar önce öldüğünü bildiğimiz kişiler, kan emenler, kayıp çocuklar, uyuşturucu müptelaları ve evini terk etmek zorunda kalmış bir polis dedektifi müşteriler arasında. Gözlerimiz Jessica Lange’i arasa da, bu yıl kadroda yok. Başrol Oscar’lı Kathy Bates’e emanet edilmiş. Daha önce konuk oyuncu olarak gördüğümüz Wes Bentley önemli bir rolde karşımızda ve en büyük sürpriz Lady Gaga.
Hotel’in en büyük sorunu, sürükleyici bir ana hikayeye sahip olmayışı. Her bölüm birden fazla geri dönüşle karakterlerin ya da otelin geçmişinden ufak anekdotlar sunarak ilerliyor. Ana karakterler için yer yer işlese de, büyük kısmı önemsiz ve görülmese de olacak detaylar. Aslında bu yapı çok daha zorlayıcı senaristler için. Merak duygusu uyandırarak her bölümü sonrakine bağlamak daha kolay bir yol. Bunu tercih etmek yerine onlarca kısa film yazmaya yeltenip kamp ateşinin etrafında anlık etki yaratması beklenen öyküler anlatmayı denemişler. Sonuç hüsran. Uzadıkça uzayan, bitmek bilmeyen bölümler ve her kapanış jeneriğinin ardından seyircinin üstüne çöken “devam edemeyeceğim” duygusu.
Lady Gaga ve Sarah Paulson çok iyi fakat Wes Bentley erkek başrol için yeterli karizmaya sahip değil. Yapım tasarımı göz alıcı ancak müzik boğucu. Hayaletler ve vampirler sinemada da sıklıkla karşımıza geldiklerinden tekrar hissiyatı vermekten öte işlevsiz. Ve o aile teması! “Biz bir aileyiz”, “o benim oğlum”, “annemden nefret ediyorum” söylemleri bitmek bilmiyor. Kan, vahşet, cinayet ve seksin her türlüsü beş dakikada bir önümüze sunulurken zamk olarak ailenin kullanılması kötü fikir. Özellikle de finaldeki “biz kocaman bir aileyiz” şamatası içler acısı.
American Horror Story’nin ömrünü tamamladığını düşünüyorum. Lady Gaga ve muhteşem Denis O’Hare sayesinde zor da olsa beşinci sezonun sonunu getirmiş olabiliriz ancak yenisine karnımız tok.