2008 krizini konu alan filmler zincirinin son halkası The Big Short, krizin etkilerinin yavaş yavaş azaldığı ve sağlıklı bir bakış açısı kazanılabilecek kadar zamanın geride bırakıldığı bir dönemde karşımıza geliyor. Krizin olacağını öngören dört farklı grubun krize giden yolda yaşadıklarını eğlenceli bir bakış açısıyla sunan film, biçimsel özellikleri ve üst yapısı itibariyle katlanılabilir olsa da yekûnda harcadığı emeğin karşılığını almakta zorlanıyor.
The Big Short’un temel sorunu, “yaptığı hayır ürküttüğü kurbağaya değmiyor” dedirtecek kadar basit bir ana fikre sahip olması. Bir ana fikrin basit olması genel anlamda kötü, yetersiz ya da sorunlu olduğu anlamına gelmese de, The Big Short özelinde bu anlamların hepsini ihtiva ediyor. Filminin “Sistem çürümüştür.” ve “Bedel ödeyen sadece sıradan insanlardır.” gibi iki basit ve evrensel önerme üzerine bina edildiği gerçeğinden bihaber olan -ya da tamamen farkında olan- Adam McKay, filmini sinema tarihinin en sık kullanılan savaş hileleriyle donatıyor. Maslow’un ihtiyaçlar hiyerarşisini tek başına alt üst edebilecek ekonomik krizi “gerçek hikâye” etiketiyle destekleyerek kurmacayla gerçek arasındaki muğlâk sınırı kendi lehine genişleten McKay, manipülasyona açık bir teknik olan anlatıcı kullanımıyla ikinci bir hamle yapıyor. İkinci hamlesinde kimi zaman dış ses kullanarak, kimi zaman akışı bölüp anlatıcıyı doğrudan kameraya konuşturarak “Bu bir filmdir.” vurgusu yapan yönetmen, gayri resmi epizotlar eşliğinde bir sonraki aşamaya dümen kırıyor. İlk yarıda her epizoda farklı bir misyon biçerek krizi çok yönlü ele aldığı intibasını uyandıran McKay, tıkandığı anlarda ana fikirlerini destekleyecek yardımcı fikirleri üretmek yerine çözümü yine teknik destekte arıyor: Selena Gomez gibi ünlü oyuncuların yer aldığı, soyut kavramları somutlaştırmak için kullanılan mini canlandırmalar. Bu kesitlerde izleyicileri zorlayabilecek kavramları yemek tarifi ve masa oyunları üzerinden başarılı bir şekilde somutlaştırmayı yeterli görmeyen yönetmen, filminin tamamında olduğu gibi, mizaha başvurarak didaktik olması gereken bölümleri de sulandırıyor. Tek başına sorun yaratmayacak bu tekniklerin hepsinin bir arada kullanılması, komiklikle şaklabanlık arasında sıkışan ve düşünsel yanı kuvvetli olmayan The Big Short’un bir yerden sonra hafifleyip uçmasına neden oluyor.
Film boyunca herhangi bir taraf seçmekten kaçınan, sistemin ve krizin mağduru herhangi bir karakteri odağa yerleştirmeyen The Big Short; hırsızların hırsızlığı eleştirmesinden dersler çıkartmamızı isteyen tavrıyla son zamanların en tuhaf sistem eleştirilerinden biri olma payesini de elde ediyor. Krizi fırsat görüp milyonlarca dolar kazanan kişileri ait oldukları sınıftan soyutladıktan sonra sisteme eleştiriler getiren, eylem-söylem tutarsızlığını maskelemek için teatral hamleler yapan ve ana fikrini öne sürerek göründüğünden fazlası olduğunu iddia eden The Big Short; olaya farklı şekilde yaklaşmalarına rağmen dürüstlükten asla ödün vermeyen The Wolf of Wall Street (2013) ve Margin Call (2011) gibi yapımların yanında oldukça sırıtıyor. Sabun köpüğü bir kriz eğlencesi olarak ele alındığında keyif veren film, iddia ettiği gibi, bir sistem eleştirisi olarak okunduğunda sınıfı geçmekte zorlanıyor.