Umberto Eco, Genç Bir Romancının İtirafları’nda Anna Karenina’nın hazin kaderine ağlayan okurların durumunun olsa olsa psikologları ilgilendirebileceğinden dem vurur. Bunu tabii, okuru hafif bir deyişle “sorunlu” gördüğünden söylemez. Tıpkı optik yanılsamalar olduğu gibi duygusal yanılsamaların da var olabileceği varsayımıyla söyler bunu: okurun kültürel alışkanlıkları, metnin biçimsel, hikâyenin duygusal baskısı buna pekâlâ yol açabilir! Soru, yalnızca açık ve şiddetli bir reaksiyon üzerinden, “ağlamak” üzerinden sorulduğunda söylenecek pek bir şey yok gerçekten de.
Fakat sanat eseri dediğimiz, hayatımızı birçok yönden etkileyebilir, birçok duygusal ve fiziksel reaksiyonu tetikleyebilir. Dahası yalnızca tekil okurun değil kalabalıkların eylemini bile doğurabilir. Bir karaktere ağlamak kadar söz gelimi gülebiliriz de! Karakterden ziyade, durumu komik ya da hüzünlü buluruz. Karakterin kaderini değil de daha çok onun kederini paylaşırız –ya da neşesini. Gerçekliği de bu şekilde kendimiz kurmuyor muyuz? Bundan da ibaret değil, söz gelimi Raskolnikov’a ağlayacak, ona acıyacak değiliz. Yine de Dostoyevski’nin bu çılgın karakteri çoğu okurda toplumun kirlerine karşı tiksintiyi kışkırtmış olmalı, genç okurlarda içe doğru lanetli bir kaçma arzusunu da tabii. Neden? Bizi, tamamen kurmaca olduğunu bildiğimiz bir roman neden bu kadar etkiler? Aslında hiçbir eserin tamamen kurmaca sayılamayacağı öne sürülebilir mi?
Raymond Chandler’in kara polisiyenin ve hırpani dedektiflerin temellerini attığı Marlowe romanları muammanın, şüphenin ve harikulade zekâ oyunlarının fink attığı polisiyelere benzemez. Eğer bir Marlowe macerası okuyorsanız bir Marlowe okuyorsunuz demektir. Öncelikli beklentiniz karakter olmalıdır. Chandler bu konuda cömerttir neyse ki, kendini beğenmiş dedektiflere inat gururlu, bükülmez ama kendi halinde bir merak elçisi gibi her şeyiyle okuruna gösterir Marlowe’u.
Everest Yayınları “polisiye cepte” serisinden benzersiz romanlar yayınladı, Playback de bu serinin son çıkanlarından. Daha önce yine Raymond Chandler’ın müthiş Büyük Uyku’su yayınlanmıştı. Okurun, ama yalnızca polisiye okurunun değil, kesinlikle ıskalamaması gereken bir romandı Büyük Uyku. Philip Marlowe’u tanımak için harika bir fırsat.
Playback, aslına bakılırsa bir cümlede özetlenebilecek bir hikâye anlatıyor: Bir genç kız, peşine düşen gizemli yabancılardan kaçmaktadır. Bundan ötesi yine atmosfer, yine loş sokaklar, patlayan tabancalar ve elbette bütün olup bitenle inceden eğlenen Marlowe’dur.
Polisiye romanlara yüklenen misyon kaçma arzusunu tatmin etmeleridir ya, Playback okura kaçacak yer bırakmıyor. Okura Amerika’nın tam ortasından sermayenin vahşi bir portresini çıkarıyor. Çok sevdiğim Agatha Christie’nin hep yaptığı gibi, okuru burjuvalarla dolu bir odaya doldurup, oyunlar oynatmıyor. Bir tarafa aç gözlü, hoyrat sermaye sahiplerini ve onların işlerine gözü kapalı koşturan hukuki temsilcilerini koyuyor, beri tarafa sinmiş, çareyi kaçmakta bulmuş masum insanları. Marlowe alaycı gülüşü, gıcık esprileri ve attığını vuran silahıyla güçsüzlerin yanındadır hiç şüphesiz.
Marlowe’da güçsüzün yanında olma hali yalnızca sosyal ve ekonomik yönleriyle anlaşılmamalıdır. Hatta sıklıkla duygusal yıkım yaşayan kadınların yanında görürüz onu. Kadınlarla kurduğu ilişki maço sayılsa da düşmanın cinsiyetine bakmaz Marlowe, kadın dostlarını ise özellikle gözetir.
Chandler romanlarındaki melankolik kadınlar ayrı bir incelemenin konusudur belki ama yeri gelmişken söyleyelim, Marlowe dünyasındaki kadınlar kendilerini bu dünyaya bağlayan şeylerden ölesiye nefret ederler. Dünya nimetlerinin kendilerini köleleştirdiğinin farkındadırlar ama onlarsız da yapamazlar. Boğucu bir kasabaya bu yüzden tahammül edebilirler, onları o kasabaya bağlayan tek taş bir elmas yüzükten, mehtaptan ettikleri kadar nefret ederler. Öyle nefret ederler işte, Marlowe’un dünyasında kadınlar dur durak bilmez bir selin tam ortasında gibidirler. Canlarından olmak pahasına suyun tadını çıkarmak isterler.
Marlowe’u bir işe itekleyen ilk etken para olsa da devam etmesini sağlayan çoğunlukla bastırılamaz bir merak ve sarsılan adalet duygusunun ne pahasına olursa olsun yerine getirilmesi ihtiyacıdır. Ortalama bir dedektifin geri duracağı durumlarda Marlowe öne atılır. Nihayet eline tek kuruş geçmeyecekse bile doğru bildiğinden şaşmaz. Playback’in finalinde olduğu gibi, adına çalıştığı müşterisinin tehdit salvoları, gereğini yapmış olmanın verdiği doygunlukla ona müzik sesi gibi gelir. Bu bakımdan mantığın sesi olduğu söylenemez. Zaten bunu kendisi de itiraf eder:
“Sağduyu der ki, boş ver, evine git, para yok bu işte. Sağduyu hep geç kalır. Sağduyu, sana bu hafta arabanı çarpmadan önce geçen hafta fren balatalarını değiştirseydin, diyen heriftir. Sağduyu, maç bittikten sonra, takıma alınsaydım galibiyet golünü atardım, diyendir. Ama takımda değildir hiç. Tribünlerin en tepesinde, cep şişesiyle durur. Sağduyu, gri takım elbiseli, ufak tefek, hesaplarında hiç yanılmayan adamcağızdır. Ama hesapladığı hep başkalarının parasıdır.”
Sağduyudan iz yoktur Marlowe’da. Onu bu yüzden severim. Bir devle karşılaşsa bir deve bakar gibi bakmaz ona. Bu yüzden severim. Hiç kimseyi küçümsemez fakat belirleyici özelliği kimseyi büyük görmemesidir. Anna Karenina için ağlayanları anlıyorum, fakat siz de ciğeri beş para etmez bir haydudun, ensesine indirdiği yumrukla yere yığılan Marlowe’a kaygılananları anlayın!
***