Tam olarak nasıl? Ne zaman? Nerede tanışmıştık? Hatırlıyorum. Galiba, basketbol maçı: Efes Pilsen-Tofaş maçı. Olabilir mi? Olabilir. Ortak bir mekân: Süper Birahanesi nam-ı diğer Jack Kulüp. Üst katı birahane, alt katı pavyon…
Üstat Bekir Tarık’ın hemen hemen her akşam kurduğu mükellef bir masanın etrafında toplanırdık: Murat Uyurkulak, Hande Öğüt, Abdullah Yılmaz, bazen Derya Kömürcü, avukat Ahmet Evcimen, ben ve gelenler, gidenler… Edebiyat, sinema, politika, bitip tükenmek bilmeyen hayat ve İstanbul’da tutunabilmenin meseleleri, mücadelesi, kavgası vs. vs.
Masanın müdavimlerine mekânın garsonları, Cemil Abi ve Ali’nin bitmeyen bira servisi. Bekir Tarık’ın “internette ilk transfer edilen yazar” olma hayalleri, Murat Uyurkulak’ın harıl harıl, Tol romanına çalıştığı zamanlar, benim de keyfimin kâhyası olduğum o yıllar.
Süper Birahanesi’de tanışmıştık, Nuh’la. İkimizde Beşiktaş’ı ve Efes Pilsen’i [şimdiki Anadolu Efes] tutardık. Yan yana tabureye pinekleyip maçları izlerdik. Küfür ederdik. Sevinirdik, ağlardık. Beraber, Beşiktaş’ın maçlarına gider bağırırdık. İkimiz de, Beşiktaşlıydık. İlhan, Samsunspor maçında kırmızı kart gördüğünde, Naumoski, Efes Pilsen’in maçında final topunu kaybettiğinde bir değil iki kupadan olduk. İkimiz de sessizce ağladık. Son bira söyledik, Cemil Abi’ye. İkimiz de, ağlıyorduk çünkü.
Nuh Köklü (en sağdaki) ve Ertekin Akpınar (sağdan ikinci) arkadaşlarıyla birlikte.
Tribündeyiz Nuh’la, kupa maçı oynuyoruz. Gençlerbirliği’ne, penaltı uzatmalarına gittiğimiz zaman Beşiktaş’lı Yasin, topun başına giderken, “Bu, atamaz” deyişini hatırlıyorum. Atamamıştı, Yasin. Kupa’dan elenmiştik. Çıkışta, “Gel, Sakaryaspor’u tutalım, zaten hep yeniliyor. Bu kadar kahrı yaşamayız” demiştim. Maçı kaybetmiştik, yağmur yağıyordu. Kazananları sonsuza kadar kazanmadığı yıllardan bahsediyorum. O akşam, Beşiktaş’ta, Kazan Birahanesine gitmiştik. Hayata dair, kaybetmeye dair ne kadar hikâye varsa baş başa konuşmuştuk.
Beyoğlu’nda, Alyon Sokak’ta, Cahide Sonku’nun oturduğu o cumbalı evde oturuyordum. Nuh, telefonla arayıp, “Sana geliyorum ne istersin, efkârlıyım,” dediğinde, “Kendini acilen buraya sevket” derdim. Bir torba birayla geldi. Eşi, Sibel’le tartışmış. Foucault’dan girdik, Benjamin’e geldik. En sonunda da, oturup bir film izledik beraber. [Filmi o seçmişti, komedi filmi ne çok gülmüştük o akşam.]
O, keyifsiz olduğu zamanlarda bana gelirdi. Ben de, Cihangir’de, eşi Sibel Hanım’la yaşadığı eve giderdim. Nuh, hayatı çok severdi ama hayatla çok ilgilenmezdi. Öyleydi. Dünyayı severdi, Nuh. Dünyayı diyorum, dünyayı. Yol’dan çıktığım zamanlarda beni tımarhaneden çıkarmıştır Nuh. Sinema, yapmak istiyorum ama tanıtım filmleri, reklam filmleri, klipler çekiyorum. Sinemada yardımcı yönetmenlik yapıyorum. Sıkıntılarım hayata dairdi…O, hep, “dalgana bak” derdi. “Derdin varsa acıyacak, senden dışarıya çıkacak, bir bira daha içelim!” derdi. Yine içerdik. İçerdik.
Sonra, deprem oldu. Arkadaşlarım öldü, akrabalarım öldü. Kişisel tarihimi kaybettim. Tarabya’ya taşındım.
Tribünde de, birahanede de hayat böyleydi: Acımasız. Hayat, acımasızdı. Nuh, bir gün konuşmamızda, “buralardan, gideceğim” dedi. Bu cümleyi ilk defa kullandığında ciddiye almamıştım. İkinci defa kullandı. Yine, inanmadım. “Gidersek, Süper Birahanesi’ne, Cemil Abi’nin yanına gideriz. Bir bira daha içeriz” dedim. Güldü… Nuh, zaten hep gülerdi. Nuh, güzel gülerdi.
Gitmeden çok önce, Nuh’la, Nick Cave’in Harbiye Açık Hava Konseri’nde beraberdik. Beşiktaş maçlarında da… Bira içerken de. Ağlarken de.
Bir gün arayıp, “Sultanahmet’e gidelim” dedi. Gittik. O, neşeli günü unutamam. “Şurada yemek yiyelim, burada kahve içelim, burada oturalım” halleri. İçimden, “Lan, bu Nuh değil” diyorum. Meğerse, Arjantin’e gitmek için beni sakinleştiriyormuş. Öyle bir hikâye… Biletini de beraber aldık. Londra aktarmalı bir Buenos Aires bileti… Oradan, Sultanahmet’ten…
Nuh, gitti: Arjantin’e. Sonra ben de onun yanına gittim. Günlük, yirmi dolarla yaşayabileceğim şehre, Buenos Aires’e… Filmimin cehenneminden çıkmıştım. Fernando Solanas’ın, La Sur filmini çektiği mekâna gitmiştik. Orada, yalnızlıktan duvarları öpen insanları tanıdım. “Burada kimse konuşmaz şarkıları dinler” demişti Nuh. Barda, tango yapan insanları bir taburede izlemiş ve sarhoş olmuştuk. Hiç unutmuyorum dışarıya çıktımızda şu şarkıyı bağıra bağıra söylemiştik: https://www.youtube.com/watch?v=pb3J7kQ-A80 Sonrasında o gece, Borges’i konuştuk. Joan Baez’in, şarkılarını söylediği sokaklarda yürüdük.
“Herkesin rüyasında gideceği bir yer var,” demişti Nuh. Orası, yaşadığı şehir Nuh’un, rüyasıydı. Rüyasını, orada Buenos Aires’te gördüm. Keyfini, insanlığını, vurdumduymazlığını, şapşikliğini…
Geri dönüp bakıyorum da ne çok şey yaşamışız. O, benim evimdeki kitaplara dadanırdı ben de onun kitaplarına. Evimde, Carlos Fuantes’in, Laura Diaz’lı Yıllar kitabı var. Nuh, vermişti. Şimdi geçmişte kalan bu kitaba bakıyorum. Yukarıdaki fotağrafa bakıyorum, aramızdaki en rahat kişi Nuh… Uzanmış kanepede… Bekir Tarık’ın yanında bira, yerde bir 70’lik rakı, gazete sayfaları üzerine konulmuş mezeler. Tıpkı, bir Ahmet Kaya parçası gibi, “Kederli bir akşam içmişiz sarhoşuz hepsi bu.”
Fotoğrafa bakıyorum. Tarlabaşı’ndan, Harbiye’ye taşındığımız evin kutlamasını yapıyoruz. Murat Uyurkulak, Radikal dış haberler sayfasında çalışıyor, nöbetçi sabaha karşı gelecek. O gece, yok. Nuh, henüz saçlarını uzatmamış. Fotoğrafı, Derya Kömürcü çekmiş. Keşke o da, o an karenin içinde olsaydı ya.
Nuh’tan bana bir sıcak, sımsıcacık bir gülüşü kaldı bir de evimdeki Fuantes’in, Laura Diaz’lı Yıllar kitabı.
Arkadaşımı, dostumu, yoldaşımı, hikâyelerimi kaybettim. Bir yolculuğu kaybettim. Yolumu nasıl bulacağım, bilmiyorum Nuh….
*Sraffa, Gramsci’nin ölümünden konuşmasından.