Ayşe Şahinboy Doğan ve Gökşen Aydemir, Filmarası dergisi için hazırladıkları “Sinema Yazarları Bağımsız mıdır?” başlıklı soruşturma için benim de görüşlerime başvurmuşlardı. Şöyle bir girizgahı vardı soruşturmanın:
Bir şiirin mısraları arasındaki matematiği kaçımız yorumlayabilir ya da bir yağlı boya tablonun fırça vuruşlarındaki uyumları… Ama beyazperdeden önümüze akan bir filmi hepimiz yorumlayabiliriz. Teknik altyapısını biliyor olmamız ya da temel sinema eğitimi almış olmamız o anda geçerli değildir, film kötüyse kötüdür bize göre, iyiyse iyi. Bizim öylesine salon çıkışlarında iki bardak çay arasına sıkıştırdığımız yorumlarımız bazıları için tam bir hayat uğraşıdır. Yıllarını verir insan, onlarca kitap yüzlerce film, bu birikim kalemin ucundan yazıya döküldüğü andan itibaren ise sinema yazarlığı / eleştirmenliği başlamış olur. Sinema yazarlığı / eleştirmenliği ülkemizde hak ettiği değeri görüyor mu sorusu ayrı bir konudur. Biz bu sayıda tartışmayı alternatif yazarlık üzerinden götürüyoruz. Köşeleri ve yayınları belli olan sinema yazarlarının aksine, son yıllarda artan sinema blog yazarlığı gündemimizi oluşturuyor. 2011 yılında, “Gücümüz bağımsızlığımızdır” başlıklı bir bildiri yayınladı Sinema Blogları Birliği, amaçlarının bağımsızlıklarından ve karakterlerinden ödün vermeden eleştiriler yazmak olduğunu söylüyorlardı. Peki ya şimdiye kadar belli köşelerde okuyucusuyla buluşan sinema yazarları bağımsız değil miydi? Blog yazarlarının diğer köşe yazarlarından ne farkı var? Sinema yazarlığı okuyucu üzerindeki gücünü kaybediyor mu? Soruları zihnimizde şekillenince bizde soluğu sinema blogları olan yazarların kapısında aldık. Sorduğumuz sorular çerçevesinde ortaya ilginç cevaplar çıktı. Sinema meclisi iyi okumalar diler…
Ege Görgün (Landlord)
* Medyanın sinemadan, sinema yazarlığından anladığı şeyde bir sorun olduğu için; başta sinema olmak üzere kültür-sanata yaklaşımında aşırı bir yüzeysellik ve magazinleştirme tavrı sergilediği için ne medyadaki sinema yazarlarının, ne de sinema yayınlarının artık pek bir itibar sahibi olduğunu düşünmüyorum. Dolayısıyla bir iki isim dışında toplumu sinema konusunda yönlendirebilecek yetiye sahip bir sinema yazarı yok medyada. Toplum sinema konusunda hafif meşrep yazılar yazan günlük köşe yazarlarının dediklerine daha çok itibar ediyor artık. Bu duruma nasıl gelindiği ise buraya taşınamayacak kadar uzun bir konu. Medyanın, toplumun kültürel yapısının ve sinemacılarımızın teker teker ele alınıp değerlendirildiği bir panel ortamı gerekir bunun için.
* Blog yazarları içinse her anlamda bir bağımsızlık söz konusu. Hangi filmi, ne kadar uzunlukta, nasıl yazacağınıza siz karar verirsiniz. Yayın grubunuzun teyamüllerine uymak zorunda değilsinizdir. (Bana bir yayın yönetmeninin “Şu filme çok geçirmeyelim” tarzında bir “tavsiyesi” olmuştur mesela. Çünkü filmin sponsorları arasında benim yazdığım gazete de vardı.)
Blog yazarının filmin ekibiyle bir ortamda (festival, gala) karşılaşma ya da karşılaşılırsa tanınma olasılığı yoktur mesela. Onun için büyük gazetelerde yazanlar gibi “şimdi yüzyüze bakacağız” ya da “kötü film ama yönetmeni kafa çocuktur” diye kalemini korkak alıştırmasına gerek yoktur. Blog yazarının bağımsızlığına halel getirecek en büyük tehlike kendi egosundan ve hırsından kaynaklanır. “Ortamların yazarı” olabilmek, şöhret kazanabilmek için bağımsızlığından vazgeçebilir. Ya da bir anda gelen o “okunuyor olma” hissiyle “en iyisini ben bilirim şuursuzluğuna” kayabilir. İşin komiği bu şuursuzluğun ona medyada bir yer sağlayabilmesinin mümkün olmasıdır.
Evet, medya şuursuz yazar sever. Zaten medyamızın düzenli alındığında şuursuzlaştırma etkisi vardır. Ama asıl sorun sinemanın bugün geldiğimiz noktada bir “tüketim maddesi” haline gelmiş olmasında. Kapitalist sistemde zorunlu bir kaderdir bu: İnsanların ihtiyaç duyduğu her şey elbet bir tüketim maddesine dönüşecektir. Şimdi kanıksadık belki ama 4o sene önce sokakta biri ne bir gün küçücük pet bir şiseye doldurulan suyun ekmek parasına satılacağını söyleseydiniz ya dayak yerdiniz ya da deli yerine konurdunuz.
Dolayısıyla… Nasıl ki halk kola, mısır cipsi, çikolata gibi ürünleri tüketirken bu ürünler üstüne eleştiriler yazan bir yazarın yönlendirmesine ihtiyaç duymuyor, bazı tür filmler için de benzer şey söz konusudur. Sinema eleştirmenliği sanırım artık daha küçük bir kesim tarafından seyredilen ‘sanat/festival filmleri’ için söz konusu. Popüler filmler içinse eleştirmenden çok ‘sinema yazarları’na ihtiyaç var. İkisinin arasındaki fark ne derseniz? Birisi filmleri ölçmek, kategorize etmek için bir ölçü birimi oluşturma gayretinde. Diğeri bir filmden yola çıkarak keyifli bir sinema yazısı ortaya çıkarmak. Kullandığı tek ölçü birimi de kendi hisleri, birikimleri ve alter-egosu. (Ben kendimi ikincisinden saydım hep.)
Seyirciyi yönlendirmeye gelince… Ortada şöyle paradoks var. Bu yazılardan keyif almanız için zaten önceden bu filmi izlemiş olmanız gerekiyor. Bu yazıyı okuyup filme gitmeye karar vermeniz bana göre yazının doğasına ters. Biz reklam yazarı da, billboard da değiliz ki filme seyirci çekelim. Filme seyirciyi çekecek olan kadrosu, türü, konusu ve fısıltı gazetesidir.
Bloğumu bir sinema yazarı olarak değil de, bir yayıncı, bir dergici olarak açtım aslında. Amacım sinema yazmak değil, bir mecra oluşturmaktı. Hem kendim içim, hem de benim gibi mecra bulamayan sinema yazarlarına bir platform oluşturmaktı. Ama bu platformun yayıncılık prensiplerine uyması konusunda çok hassastım. Ters Ninja’yı bence benzerlerinden ayıran en önemli özellik bu. Yayıncılık prensiplerine çoğu matbu yayından daha çok dikkat ediyorlar. Bu prensipler basit şeyler aslında, hatta uyuyorum diye hava atılamayacak şeyler: doğru Türkçe, doğru imla, doğru başlık, doğru spot, doğru periyodik sıklık, doğru konu çeşitliliği vs. Blog kültüründen aldığımız şey ise bağımsız ruhumuz, lafımızı esirgememe özgürlüğü oldu. Böylece ortaya blog ruhlu, dergi içerikli ve disiplinli Ters Ninja çıktı. Beğenmediğim şey sinema yazarları değildi. Bazılarının çeteleşme sürecine gidip kimilerini reddedebilecek cüreti kazanmalarından (yıllık soruşturmalara canlarının istediği sinema yazarların almaları gibi.); bazılarının bugüne kadar kurdukları ilişkiler sayesinde herkesi sahip olduğu haklardan daha fazla yararlanabilmesinden (yurtdışı/yurtiçi festival jürilikleri): bazılarının da çok ilerici, çok demokrat görünüşlerinin ardında açıkça faşist tavırlar sergilemelerinden ve bazılarının da sırf birinin yeğeni, karısı, kızı oldukları için hak etmedikleri yerlere gelmesinden ve bu haksız yükselişlerine rağmen medya ve toplum tarfından muhabbetle karşılanmalarından rahatsız oldum, ama en çok da kültür-sanatı topyekun magazinleştirme ülküsündeki medyanın uşaklığını yaptıkları için…