Bir film jilet gibi olmalı. Ringi dar etmeli insana. Sersemleştirmeli. Köpek gibi ağlatmalı, duvarları yumruklatmalı. Bir film, kalbini söküp duvarlara fırlatıp parçalatmalı insanın. Bir film, insanı kiralık bir katile dönüştürmeli, soğukkanlı bir cerraha, sıcak bir çay yapan garsona… Bir film, uzun yürüyüşlere, yeni maceralara, soğuk bir kadeh rakıya alıştırmalı. Bir film, Gelinin Muradı olmalı. Bir film, Kibar Feyzo, Balatlı Arif, Mağlup Edilemeyenler, Delikan, Ahhh Belinda olmalı…
Yıl 1986. Adapazarı Atatürk Lisesi’nde okuyorum. Yıldız Sineması gişesine son paramı verip Değirmen filmini izlemiştim. Acayip bir mutluluk duymuştum. Filmler o zaman ‘devamlı’ oynadığı için aynı gün içerisinde aynı filmi üç defa izledim. Sinemadan çıktıktan sonra, panodan o afişi söküp aldım: “Bir Atıf Yılmaz Filmi: Değirmen”.
Yıllar sonra kendisiyle yaptığım bir röportajda Değirmen filmiyle ilgili Atıf Yılmaz şunları söyledi: “Reşat Nuri Güntekin’in, Değirmen filmini yapmaya karar vermiştim. Değirmen, daha önce devlet televizyonu [TRT] tarafından dizi olarak yapılmış ve gösterilmişti. Filmin senaryosunu sansüre yolladık, Kula’ya çekime gittik. Kula’da çekim hazırlığı yaparken, sansür kurulunun senaryoyu reddettiği haberi geldi. Orada da polis baskısı var. Ne yapacağımızı şaşırdık. Topladım arkadaşları, durumu anlattım. Şener [Şen] dedi ki: “Buraya kadar geldik, dönmemize imkân yok.” Böylelikle çekime başladık. Oradaki polis müdürünü rakı içerek oyalıyorduk. “Yok yarın gelecek, yok kâğıt yolda”diye. Filmi 13 günde çekmek zorunda kaldım. Çünkü polis müdürü sürekli, “Beni mahvedeceksiniz, kâğıt ne zaman geliyor” diyordu. Ne macera ama…
Atıf Yılmaz deyince işte aklıma ‘macera’ kavramı takılıp duruyor. Dikkat etmek gerekirse izlediğiniz hiçbir Atıf Yılmaz filminde sarsılmazsınız. İzlediğiniz o an umutlu, hüzünlü veya iyimser biri oluverirsiniz. Sarsıntı sonra başlar çünkü. O sarsıntı; daha çok macerayı barındırır. Atıf Yılmaz için film çekmek de biraz maceradır çünkü!
Neden maceradır? Dünya sinemasında her ‘tür’ün, ‘akım’ın, ‘tarz’ın ve kuşakların hikâyesini okuduğunuzda bir süreklilik görürsünüz. Yönetmen aksiyon delisidir, aksiyon filmi çeker. Adam melodram hastasıdır ne yapsa başka bir şey olmaz/tutmaz. Örnek mi? O kadar çok ki… Atıf Yılmaz’ın, farkı tam da burada. Türk Sinema Tarihi’nin bütün dönemlerine tanıklık etmiş bir yönetmen tam 55 yıl Yeşilçam’da film çekmiş, hem de her ‘tür’, ‘akım ve tarz’dan… Açın bakın kitaplara, dünya ölçeğinde bu kadar yıl kesintisiz ve farklı film çekmiş bakalım kaç yönetmen bulacaksınız? Kaç yönetmen çıkacak karşınıza?
Hiç unutmuyorum, görüşmemizde kendisini, Türk sinemasında cesur filmlere imza atmayı göze almış bir yönetmen olarak gördüğümü söylediğimde şu yanıtı vermişti: “Bana deli diye bakıyorlardı. Müjde [Ar] Ahhh Belinda’nın senaryosunu okudu. Bu film yapılır mı batacaksın”, dedi.
“Türk sinemasında sizi üzen ya da inciten bir olay oldu mu” diye de sormuştum, şöyle yanıtlamıştı: “Seks filmlerinin piyasayı kapladığı bir dönem, bağımsız bir yönetmen olarak çalışıyordum. Şirketim falan yoktu. Teklifler geliyordu. Seçme hakkım varsa bana göre en iyisini seçiyordum. Bir gün, Türker İnanoğlu çağırdı ve Bülent Ersoy’la bir arabesk film yapmamı teklif etti. “Ne yapacağım” diye düşünmeye başladım. O yıllarda Türkiye’de çeşitli bölgelerde film işletmeleri vardı. Bunlardan gelen talebe göre film yapılırdı. Adana işletmecilerinden İzzet diye bir arkadaş, “Atıf Abi, sen istediğin filmi yap biz seni finanse ederiz” dedi. Biz o bölgeden topladığımız avanslarla, Selvi Boylum Al Yazmalım filmini yaptık.”
Atıf Yılmaz, 1970’li yılların başından itibaren şehirleşen ve hızla değişen hayatların hikâyeleri anlatmaya koyuldu. Çünkü asıl ve temel olan sorunlar artık şehir de yaşanmaya başlamıştı. Cesur hikâyeleri anlatmaya soyunmuştu. Kadın sorunları bunların en başında geliyordu. Adı Vasfiye, Ahhh Belinda, Asiye Nasıl Kurtulur gibi filmlerine sağlam bir okuma yaptığınızda aslında Atıf Yılmaz’ın ne kadar iyi bir edebiyat okuru olduğunu da göreceksiniz. [Bunu çalıştığı senaristlere de bakarak görmek mümkün.] Kendisine espriyle, “Türk sinemasında en çok film şirketi batıran yönetmen sizmişsiniz” deyince, “Bu benim uydurduğum bir şehir efsanesi” deyişini unutamam. Bu cümlenin altında, müthiş bir gusto ve ironi vardı.
Şimdi bir film, aynı senaryoyu yazan dört kişinin hikâyesini anlatmalı: Yaşar Kemal, Yılmaz Güney, Halit Refiğ, Atıf Yılmaz. Şimdi bir film, lise yıllarında kütüphanelerde Fransız klasik romanlarını okuyan bir öğrencinin öyküsünü anlatmalı. Şimdi bir film, Şadan Kamil, Aydın Arakon ve İlhan Arakon’a yazdığı ilk senaryoyu büyük bir heyecanla veren gencecik bir yönetmenin öyküsünü anlatmalı. Şimdi bir film, Nâzım Hikmet‘in desteklediği, Tavanarası Ressamlar Grubu’nun, Beyoğlu Fransız Kültür Merkezi’nde, “Türkiye’ye Resmi Biz Getiriyoruz” iddiasıyla açtığı resim sergisindeki öyküsünü anlatmalı. Şimdi bir film, hayatı boyunca film çekmiş bir yönetmenin kendi filmlerine bakamayışının nedenini anlatmalı. Şimdi bir film Atıf Yılmaz‘ı anlatmalı!
Ertekin Akpınar