Çıkardığı özel boxsetler ile sinefillerin gözdesi olan A.E. Film, Hitchcock, Kieslowski, Fellini derken şimdi de sinema tarihinin en tartışmalı ve devrimci yönetmenlerinden Jean-Luc Godard’ın filmlerine el attı. Sizi Godard’a hazırlamak da bana düştü!
Ege Görgün (Landlord)
Sinemaseverleri bir bıçak gibi ikiye ayıran bir yönetmendir Jean-Luc Godard (3 Aralık 1930): Onu yüce görenler ve ondan hiç hazzetmeyenler. Ortası yoktur. Ben Godard konusunda nötrüm diyenler ya hiç Godard filmi seyretmediğini ya da Godard’ı hiç sevmediğini itiraf etmeye cesaret edemeyenlerdir daha çok. Biraz yüzünüze vururmuş gibi oldum korkaklığınızı ama n’olur kötü hissetmeyin kendinizi. Entelektüel faşizmin bazen çok korkutucu olabileceğini farkındayım ve onun karşısında dili tutulan çok kişiyi gördü bu gözler. Tabi bir çıkar, bir aidiyet, bir kompleks uğruna böylesi bir sessizliğe, daha da kötüsü ikiyüzlülüğe bürünenleri ne saygımın ne de acıma duygularımın zerresine layık görmediğimi belirtmeyi bir borç bilirim.
Godard’ı yücelten kesim onu sinemanın Picasso’su olarak görme eğilimindedirler. Bu yerinde bir benzetmedir aslında, hele ki şu çok bildik Picasso anekdotunu aklımıza getirirsek. Hani, renklerin ve biçimlerin karmaşık bir düzen içinde olduğu ve altında “balık” yazan tablosu karşısında kala kalan biri dayanamaz (medeni cesaretini kutlamak lazım kendisinin) “Üstad, bunun neresi balık?” diye sorar Picasso’ya. “O balık değil,” der Picasso, “Resim!”. Burası balık pazarı değil, resim sergisi dememek için zor tutmuştur belki de kendini.
Geleneksel sinema diline ve tarzına alışkın bir seyirci de bir Godard filmi izlerken kendini o zavallı adamın halet-i ruhiyesi içinde bulabilir pekala. Çoğu kaynakta bilimkurgu olarak geçen Alphaville’in (1965) karşısına o güne kadar alıştığı anaakım bilimkurgu filmlerinden birini seyredeceğini umarak oturan bir adam en iyi ihtimalle kurdeşen dökecektir çünkü. Geleneksel sinema anlayışına yakın duran, popüler kültür eserlerini “yüksek sanat” yapıtlarına tercih eden biri olarak onunla empati kurabildiğim için şanslı hissediyorum kendimi. Pek çok açıdan (film keyfi kaçmış, parası boşa gitmiş, zamanı ziyan olmuştur) hayalkırıklığına uğrayıp derbeder olmuş o izleyiciyle birebir aynı hisleri paylaşmıyorum neyse ki. Çünkü hasbelkader edindiğim kimi özelliklerim beni ona göre avantajlı kılıyor: sıradan izleyiciye oranla epey yüksek olan film kondüsyonumun ve sinemaya karşı öğrenme merakımın yanı sıra vazife duygumun beni genelin “sıkıcı, zor seyredilir, anlaşılmaz” diye nitelediği filmlere karşı bir tür zırla donatmış olması. Kısacası sevgili okur, eğer yazının başlığı yüzünden umuda kapılıp da okuma işini bu noktaya kadar getirdiysen sana kötü bir haberim var (iyi haber az sonra): senin için sıkılmadan Godard izlemenin değil 10, tek bir yolu bile yok. Bu sözlerimi entelektüel sinemanın çoğu önemli sanat yapıtı için aynen tekrarlayabilirim. Müjdesini parantezler arası verdiğim iyi haberse şu: eğer sinema yazarı değilsen (dikkat et yönetmen demiyorum!), sinefillerle dolu bir ortamdan bir hatunu kaldırmayı planlamıyorsan ya da çok dizginlenmeyen bir genel kültür açlığı çekmiyorsan Godard izlemeye mecbur değilsin!
Yeni Başlanlar ve Hiç Başlamayacaklar için Godard
Hali vakti yerinde bir ailenin çocuğu olan Godard, Sorbonne Üniversitesi’ne giderken gediklisi olduğu Sinematek’te Andre Bazin, François Truffaut, Eric Rohmer ve Jacques Rivette gibi arkadaşlar edinmişti. Dünya sinemasından örnekler gösteren bu mekan sayesinde Yeni Dalga adı verilen sinema anlayışının mimarları böylelikle bir araya gelmiş oldu. Godard sinema gazeteciliğiyle başladığı sinema serüvenine kısa filmler çekerek ve arkadaşlarının kısa filmlerinde oynayarak devam etti. 1960 yılında onu meşhur eden ilk uzun metrajlı filmini çekti: Serseri Aşıklar (A Bout de Souffle / Breathless). Godard’ı meşhur eden onun öykülemeden anlatıma ve görselliğe yaptığı tercihlerdi ki, bu tercihler filmin geleneksel sinemadan pek çok noktada kesin çizgilerle ayrılıp avantgard hatta devrimci bir nitelik kazanmasını sağlamıştı. (Serseri Aşıkları’nın DVD’si uzun süre önce çıkmıştı Türkiye’de. Piyasada hala bulmak mümkün.)
Bu yazıya vesile olan boxsetin içinde yer alan 3 DVD’ye gelecek olursak… İlk film yukarıda da sözünü ettiğimiz Alphaville. Yönetmenin en iyi bilinen filmlerinden biri. Lemmy Caution adlı bir ajan Alphaville adlı yabancı bir şehire önemli bir görevle gelmiştir. Buraya farklı bir gezegenden uzay yolculuğu yaparak gelmiştir konuşulanlardan anladığımız kadarıyla. Ama gerek filme set oluşturan Paris sokakları, gerekse 60’ların modasının ve teknolojisinin hakim olduğu atmosfer bizde bu duruma uygun bir bilimkurgu algısı oluşmasına izin vermez. (Biz buna Ed Wood yaptığında kötü-kült, Fransızlar yaptığında sanat adı veriyoruz!) Alphaville’in kurgusal bir kent olduğuna dalalet eden sosyal alışkanlıklar, gelenekler ve her yerde karşınıza çıkabilen o diafonik sestir. Misal, bir süper bilgisayarın (Alpha60) yönettiği ve her yerinde “em ce kare” yazan bu distopik şehirde bazı kelimeler (aşk ve vicdan gibi) yok edilebilmekte, insanlara sırf ağladığı için idam cezası verilebilmekte ve kadınlara beşinci sınıf insan muamelesi yapılmaktadır. Caution’ın görevi kayıp bir ajanı bulmak, Profesör Von Braun’u geri götürmek ve Alpha60’ı yok etmektir. Pek çok referans ve sembolle donatılmış film bana göre bir Fransız’ın gözünden yapılan alegorik bir ABD eleştirisidir. Ama son tahlilde sanat değil midir özgür kılan bizi, herkes altmetin denen binbirsuratlı şeyi istediği gibi okuyabilir.
Boxsetteki diğer iki filmin de oyuncuları Jean-Paul Belmondo ve sonradan Godard’ın karısı olacak Anna Karina. Memnun olmadıkları hayatlarından kaçmak için yollara düşen iki aşığı konu alan Çılgın Pierrot (Pierrot Le Fou – 1965) ve erkek arkadaşı tarafından reddedilince onun en yakın arkadaşından çocuk sahibi olmaya karar veren egzotik dansçı Angela’nın hikayesini anlatan Kadın Kadındır (Une Femme est une Femme – 1961). Kadın Kadındır’da nostalji duygusu ciddi biçimde hissedilir. Bu müzikal komedinin ana karakteri çift henüz filmin başındayken koreografisi Bob Fose tarafından yapılmış bir Gene Kelly müzikalinde olmak istediklerini ifşa ederler.
Bu boxsete dahil olmayan ama yine A.E. Film çıkışlı olan diğer bir Godard filmi de pek çoklarına göre yönetmenin en iyi eseri olarak görülen Nefret (Le Mepris – 1963). Alberto Moravia’nın romanından uyarlanan filmin hem oyuncuları, hem de yapımcısı anaakım sinemaya aşina, tanınmış kişilerdi. Sinemanın arka mutfağını, tam olarak bir yapımcının elinde oyuncak olan bir senaryo yazarının başına gelenleri konu alan bu filmde Godard biraz da kendisiyle dalga geçmiştir. Ne de olsa kendisi de yapımcının maaşlı elemanıdır. Sırf yapımcı istedi diye Brigitte Bardot’lu bir yatak sahnesi bile çeker filmde. Tabi kendi usülünce…
Bir film çekimi sırasında yapımcı, yönetmen ve yazar üçgeninde yaşananları konu alan Nefret’te Bardot dışında Jack Palance (yapımcı), Michel Piccoli (senarist) ve Fritz Lang (yönetmen) rol alıyor.
Sizi duyar gibi oluyorum: Entel olmak ne “Godard” zormuş be kardeşim!