Güzel İzmir, 1950’li yıllar… Kıyı kesiminde yer alan bataklıklar yalnızca sivrisinek orduları değil, insanı hayli rahatsız eden kokular da ürettiği için zamanında Kokaryalı denmiş, ama bataklıklar kurutulduktan sonra bileğinin hakkıyla Güzelyalı ismini almış bir semt.
Ege Görgün (Landlord)
Yaz güneşinin kavurduğu semtin top oynamaya müsait bir zemin arz eden boş arsaları çocuklar tarafından işgal edilmiş durumda. Sabahtan akşama kadar top oynayan çocuklar arasında ev gittiğinde üstünü başını yırttığı, yeni ayakkabılarını aşındırdığı, yine kan ter içinde kaldığı için ya da kendilerine bugün yapılması için verilen bir görevi top peşinde koşarken unutup gittiği için azar yiyecekler mutlaka var. Ama umurlarında değil. Maçtan sonra sahile koşarak kendilerini bırakacakları bir deniz, bakkal amcadan alınacak buz gibi gazozlar varken kim takar azarı. Ama peki anne babaları çok kızar da sinema izinlerini yakarsa… Bak işte bu kötü olur.
Çocukların hayat verdiği ölü arsalardan birinde oldukça çekişmeli bir maç oynanıyor. Maçın seslerine kulak verdiğimizde tanıdık isimler kulağa çarpıyor:
“O gol de yenir miydi, Ali be?”
“Nevzat boştayım bak!”
“Vur, Halil be!”
“Tamam, Gürsel abi ne kızıyorsun?”
Ali, Halil, Nevzat, Cenap ve Güler-Gürsel kardeşler futbolun doğal güzelliğinde bile öne çıkan bir başka güzellik sergiliyorlar. Kan bağıyla değil ama mahalle arkadaşı olmanın, aynı semtin çocuğu olmanın hukukuyla; aynı topun peşinden koşmanın, birlik içinde aynı amaç doğrultusunda hareket etmenin bağlayıcılığıyla kurulan “kardeşlik”ten başka bir şey değil bu güzellik. Ancak görebilenlerin, hissedebilenlerin, insan olabilenlerin takdir edebileceği bir güzellik tabi.
Bu kardeşlik semt arsalarında kalmadı. 60’lı yıllarda aynı forma altında bir araya gelen (aslında hiç kopmamışlardı ki) mahalle arkadaşları kardeşliklerini profesyonel futbol arenasına taşıyıp İzmir’in Göztepe’sinin adını önce tüm Türkiye’ye, sonra da tüm Avrupa’ya duyuracaklardı. Asansör, Karantina, Göztepe, Güzelyalı, Üçkuyular, İnciraltı, Narlıdere, Klizman diye uzanan sahil şeridi semtleri Göztepe ismi altında tek bilek, tek yürek olacaktı onlar sayesinde. Bu semtlerin çocuğu olmak demek Göztepeli olmak demekti artık, Göztepeli olmak ise gurur vesilesi ve bir başka takım tutmama büyüklüğü…
Kuruluş…
Futbol maçları 20. Yüzyılın başından beri yapılıyordu İzmir’de. Yabancıların, daha çok da Yunanlılar’ın tekelindeki futbol, Apollon, Pelops, Evangelidi, Midilli gibi karma takımlarla yapılan maçlar sayesinde kısa zaman seviliyor şehirde. 1912’de Karşıyaka, 1914’de Altay kuruluyor. Şehrin en güçlü takımıdır Altay ama semtler arası çekişmeler takım içinde zaman zaman huzursuzluklar yaratmaktadır. Böyle bir huzursuzluk anında Altınordu kurulur, bir ikincisinde ise Kokaryalılar Altay’dan ayrılıp Göztepe’nin temellerini atarlar. 14.06.1925 tarihli ilk kongrede kulübün adının, semtin adı olan Göztepe, renklerinin sarı kırmızı, formasının çubuklu olması konusunda karar alınır.
1930’larda Göztepe tarihinin önemli oyuncularından biri Fuat Göztepe forma giyer takımda. Fuat Göztepe o dönemde, senede sadece bir veya iki kez yapılan milli maçlarda, toplam 5 kez A Milli Takım formasını giyer. Yunanistan’ın Enonis takımının 4-3 mağlup edildiği maçta 4 golü de atarak az bilinen bir futbol destanın kahramanı olur.
1940’lar Göztepe’nin adını ilk duyurduğu yıllar olur. Mahalli ligde yaşanan şampiyonluklar bu yıllarda gelir.
1950 Göztepe’nin ilk ulusal şampiyonluğunu kazandığı yıldır. Göztepe, İstanbul şampiyonu Beşiktaş’ı, Ankara şampiyonu Gençlerbirliği’ni ve İzmit Kağıtspor’u yenerek Türkiye Şampiyonluğu Kupası’nı İzmir’e kazandıran ilk takım olur.
Göztepe Efsanesi Adnan Süvari ile başlıyor…
Göztepe’yi kuruluş yıllarında ihya edip, ilk ulusal şampiyonluğunu kazanılmasını sağlayan başkan olarak unutulmazlar listesine giren Şevket Filibeli, görevini arkadaşı Sabahattin Süvari’ye bırakır. Sabahattin Süvari ise takımı kardeşi Adnan Süvari‘ye emanet ederken Göztepe’yi tarihe mâl edecek bir karar aldığını biliyor muydu bilinmez. (1962-63)
Adnan Süvari basketbol ve futbol oynamış, çeşitli takımları çalıştırmış, sonra tahsil için İngiltere’ye gitmiş aydın, vizyon sahibi ve futbolu çok iyi bilen bir insandı. Ülkeye döndükten sonra önce Karşıyaka’nın başına geçti, ardından 12 yıl teknik direktörlüğünü yapacağı ve sayısız başarılara taşıyacağı Göztepe’ye geldi.
Süvari’nin ilk işi, hani şu bizim başta anlattığımız mahalle arkadaşları vardı ya, onların kimini genç takımdan A takıma çıkarmak ya da başka takımdan transfer etmek oldu. Yeni transferlerin belirlenmesi konusunda sonuna kadar güvenebileceği bir yardımcısı vardı Süvari’nin. Yeteneği gördüğü anda anlayan, gelecek vadeden futbolcuyu gözünden tanıyan Abbas Göçmen. Anadolu’yu tarayıp çakı gibi topçular getirdi Göztepe’ye. Efsane takımın oluşmasında büyük pay sahibi oldu. En çok milli olan Egeli futbolculardan biri olan (Buldozer) Fevzi Zemzem, Koca Kaptan Gürsel Aksel’in kardeşi Gürel, Çarli Çağlayan, (Papi) Küçük Mehmet, Büyük Mehmet, Zeki, (Şamşeytanı) Ertan bu dönemde takıma kazandırılmıştı.
Ve efsane kadro böyle böyle tamamına erdirilir: Ali – K.Mehmet, Çağlayan-Hüseyin, B. Mehmet, Nevzat- Nihat, Ertan, Fevzi, Gürsel, (Bombacı) Halil. Daha sonra idmanlara Fuji marka bisikletiyle gidip geldiği için arkadaşlarının ona verdiği isimle Fuji Mehmet ve Kene Ali İhsan da eklemlendi bu kadroya.
Bu kadro neler mi başardı? Ligde fırtına gibi esip, İstanbul beylerini tir tir titretti. 2 kez Türkiye Kupası, 1 kez Cumhurbaşkanlığı Kupası’nı kaldırdı. Göztepe’nin ligdeki gerçek başarısının tarifini ise efsane kadronun efsane kalecisi – mekanı cennet olsun, Moskova Panteri Ali Artuner’in ağzından dinleyelim:
“Şampiyon olamadık ama; şampiyon olmuş gibi güzel günler yaşadık. İstanbul egemenliğine meydan okuduk, üç büyükleri karşımızda savunma oynattık. Avrupa’ya açıldık, önemli başarılara ulaştık. Kimileri para kazandı futboldan, biz itibar kazandık.”
1964’ten 1971’e kadar, 5 kez Fuar Şehirleri (şimdiki adıyla UEFA), 2 kez de Kupa Galipleri olmak üzere tam 7 kez Avrupa kupalarında mücadele etti. Oynadığı 30 maçta, 10 galibiyet, 2 beraberlik, 18 yenilgi aldı. Attığı 37 gole karşılık 48 gol yedi. Bir Türk takımı, hele ki bir Anadolu takımı için hayli başarılı sayılabilecek bir tabloydu. Ama bu tabloda özellikle öne çıkan bir zafer vardı. Hiç unutulmayan, hep konuşulan, hala da hatırlandıkça insanın göğsünü kabartan bir zafer.
1967 yılında ülkemizi Avrupa kupalarında üç takım temsil ediyordu. Biri Beşiktaş’tı, diğer ikisi ise inanır mısınız, İzmir takımlarıydı. Evet, belki bugün Süper Lig’de bir İzmir takımı bile mücadele etmiyor ama kırk yıl önce Avrupa’da Türkiye’yi temsil edenler onlardı. Beşiktaş o dönemin fırtına takımı Rapid karşısında yelkenleri daha ilk turda suya indirdi. Altay’ın rakibi Standart Liege’di, Altay bir beraberlik, bir yenilgiyle elendi.
Diğer İzmir takımı Göztepe’nin ilk turdaki rakibi de Belçika’dandı: Antwerp. Deplasmanda oynanan ilk maçı 2-1 kazanınca sarı kırmızılı ekip İzmir’deki maçta kendini fazla sıkmadı. 0-0’lık sonuç ikinci tura geçmesine yetmişti.
İkinci turda Göztepe’nin karşısına bir dev çıktı. Bir yıl önce Avrupa Şampiyonu olmuş bu İspanyol devinin adı Atletico Madrid’ti. Turdan ümitli olanların sayısı azdı. Deplasmandaki ilk maçta alınan 2-0’lık mağlubiyet bu sayıyı daha da aza indirdi. Artık Göztepe’nin hiç gol yemeden 3 gol atması gerekiyordu İzmir’de.
İspanyollar turdan eminlerdi. Yalnızca sözleriyle değil halleriyle tavırlarıyla da belli ediyorlardı bunu. Rövanş maçının vakti saati geldiğinde eşlerini kollarına takmış olarak arz-ı endam ettiler İzmir’e. Turistik amaçlı bir seyahatti onların gözünde bu deplasman.
15 gün sonraki maça Göztepe kalede Ali; geride Halil, Hüseyin, Mehmet, Çağlayan; ortasahada Ali İhsan, Gürsel, Nevzat; ileride Ertan, Fevzi, Ceyhan tertibiyle çıktı. Golcü Halil, Küçük Mehmet’in sakatlığında sağbeke çekilmişti. Yine de bu onun Bombacı lakabı alacağı maç olacaktı. Her antrenman sonrası sahanın her yerinden 300 şut atmayı adet edinmiş unutulmaz golcü bu alışkanlığının semeresini en çok bu maçta görecekti.
Maçla birlikte Atletico kalesindeki Göztepe ablukası da başladı. Bu abluka 15. dakikada sonuç verdi. Hakem Buldozer Fevzi’nin düşürülmesi üstüne penaltı noktasını göstermişti. Üstüne üstlük penaltıya itiraz eden A. Madrid kaptanı kırmızı kartı görüp kös kös sahayı terk etmek zorunda kalmıştı.
Topun başına takımın ağabeyi, kaptanı ve penaltıcısı olan Gürsel geçti. Alsancak stadı topyekün sessiz. Bir tek Hüseyin’i şeytan dürtüyor ve Gürsel’e, ”Gürsel Abi, şunu şöyle ayağının içiyle köşeye koyuver,” diyecek oluyor. Gürsel omzundaki büyük sorumluluk taşımanın gerginliğiyle, ”kolaysa sen gel koyuver” deyince Hüseyin’e, ortam bir anda soğuyor. Nevzat Güzelırmak yetişiyor hemen ve ”Gürsel Abi, sen biraz sinirlendin, bırak Halil atsın bu penaltıyı,” diyor. Koca Kaptan Gürsel’e Halil’e el ediyor, “Halil, git at,” diyor.
Halil heyecanını bastırmaya çalışıyor hala, topa doğru giderken. Ama sağ ayağıyla “yaradana sığınıp” vurduğu top hem kaleciyi geçiyor, hem de ağları. Metin Oktay’ın meşhur ağları yırtan topuna kardeş gelmiş oluyor.
Abluka bu golle son bulmuyor neyse ki, tüm hızıyla devam ediyor. 20. Dakikada bu kez penaltıdan feragat eden Gürsel yolluyor topu A. Madrid ağlarına.
Sonra iki taraf için de stres dolu dakikalar başlıyor. İki takım da yiyeceği bir golle eleneceğinin farkında çünkü. A. Madrid 10 kişi kalmasına rağmen bastırıyor. Sonra hakemin eli yine cebine gidiyor. Bu kez atılan hakeme tüküren A. Madrid’in sağ açığı oluyor. Dokuz kişi kalan takıma kolay gol atılacağını düşünenler yanılıyor, çünkü maçın bitimine dakikalar kalmış, hala gol falan atabildiği yok Göztepe’nin.
Maçın 88. dakikasında yine Halil çıkıyor sahneye ve “Bombacı”lığını konuşturuyor. Rakibin dokuz kişi kalmasına güvenerek sol kulvardan ilerliyor. Rakip kaleye takribi 30 metre mesafede topu önünde buluyor. O mesafeden, bir de sol çaprazdan kaleye şut çekmek hiçbir Türk futbolcusunun aklına gelebilecek bir şey değil daha o zamanlarda. Nasıl diyelim, öyle bir şey keşfedilmemiş, öyle bir şut şekli icat edilmemiş Türk futbolunda henüz. Ama Halil antrenman sonrası yaptığı şut çalışmalarına güvenerek şansını denemeye karar veriyor.
Öyle bir gol oluyor ki, o gün bugündür görenler o golü kendinden sonraki kuşaklara anlatmayı, o coşkuyu ve gururu miras bırakmayı görev ediniyorlar. Doksana giden Halil’in şutu Göztepe’nin en güzel golü olarak geçiyor semt tarihine. Hem şekil olarak, hem turu getirmesi hasebiyle anlam olarak…
Göztepe, Avrupa’nın ilk sekiz takımı içinde…
Göztepe sonraki turda güçlü Yugolar’a, Voyvodina’ya elenerek o sene için Avrupa defterini kapatır. 1968-69 sezonunda puan cetvelinin üstlerinde yer bulan Göztepe bir kez daha Avrupa’dadır. İlk turda karşısına çıkan Olimpique Marseille’i eler. Kolay olmaz. İzmir’de 2-0 kazandığı ilk maçın ardından rövanşta 2-0 kaybeder. Maç uzatmaya gider. Yine gol olmaz. İş yazı turaya kalır. Şans Göztepe’den yanadır. Turu gol atarak değil, para atarak geçmiştir, ama olsun, kurallar dahilinde adil bir zaferdir.
İkinci turda rakip Rumenlerdir. Arges Piteşti’yi ilk maçta 3-0 yenen Göztepe, ikinci maçı 3-2 kaybetmesine rağmen gol avantajıyla turu geçen taraf olur.
Üçüncü turda korkulan olur ve rakip yine Yugoslavya’dan çıkar: OFK Beograd. Ama Göztepe bu kez boyun eğmez ve Yugolar’ı eler. Hem de 3-1’lik bir mağlubiyetin ardından kazandığı 2-0’lık galibiyetle. Turu getiren bir anlamaa Fevzi Zemzem’in deplesmanda attığı tek gol olmuştur.
Göztepe dördüncü turda Almanya’nın Hamburger SV takımıyla karşılaşacaktır. Daha doğrusu karşılaşamayacaktır. Çünkü hala belirsiz olan bir sebeple Hamburger SV kupadan çekilir. Öyle ya da böyle, Göztepe Türk futbol tarihinde Avrupa Kupası’nda yarı final oynayan ilk Türk takımı oluyordu.
Avrupa’nın en iyi sekiz takımı içinde yer alan Göztepe bu kez kozunu bir Macar takımıyla, Ujpest ile paylaşacaktı. Macarlar da, Ujpest de o dönem futbolda hakim güçleriydi. Nitekim Göztepe dörder gollü mağlubiyetlerle kupadan elendi. Ama gelinen noktada hiçbir Göztepeli bu elenişe üzülmedi.
Başarının sırrı…
Göztepe gibi bir “minibüs dolusu” taraftarı olan küçük bir semt takımı nasıl olmuştu da böylesi başarılar elde etmişti. Çeşitli nedenler saydık. En önemlisi “kardeşlik bağıydı” kanaatimizce. Semt çocuğu olmanın getirdiği kirlenmemişlikti bir diğeri. Bu sebeplerden dolayı kendilerine teklif edilen büyük paraları hep geri çevirdi Göztepeliler. Takımı bırakmak, takımdakileri bırakmak anlamına geliyordu çünkü. E bu da ayıptı, delikanlılığa sığmazdı.
“Büyük paralar karşılığında başka takıma gitmeyi kimse düşünmedi. Ogün arkadaşlığımız neyse şimdi de o. Şimdi yaşlarımız 50 ile 60 arasında değişiyor. Her ay veya 15 günde bir toplanır, ailece görüşürüz. Bu herhalde Türkiye’nin hiç takımında yoktur. Göztepemizin parçalanmasına hiç bir zaman izin vermedik. Biz kendi arkadaşlığımızı, kendi kulübümüzü sevdik. Eğer, gitseydik onlara ihanet etmiş gibi olurduk. Bu kadroya yazık olurdu. Gürsel gitmemiş, Ali gitmemiş, Halil gitmemiş. Benim gitmem yakışık alır mıydı?”
Göztepe’de 17 yıl aralıksız forma giyen (İngiliz) Nevzat Güzelırmak böyle anlatıyordu o zamanki takımın haleti ruhiyesini.
Futbolcuların gece hayatıyla, kızlarla, para pulla işi yoktu zaten. En büyük eğlenceleri sinemaya gitmek, güzel bir pantolon gömlek giyip Kemeraltı’nda turlamaktı. İzmir’e mâl olmuş bir değer olduklarının farkında sürdürüyorlardı yaşamlarını. Hep saygılı, hep seviyeli… Mahalle terbiyesinin adabına uygun hareket ediyorlardı.
Göztepe’nin başarısının herkesçe bilinip kabul edildiği için aslında hiç de sır olmayan bir diğer sırrı Adnan Süvari idi. Takımına ta o zamanlardan geleceğin futbolunu oynatan, kendine İngilizleri örnek alan Adnan Süvari. Aynı Süvari milli takımımızı da başarıya taşımıştı. 20 küsur yıldır yenilmeyen Ruslar’ı Moskova’da dize getiren Türk Milli takımının başında o vardı. Takımın kalesinde Göztepeli Ali Artuner oynuyordu. Takımın ilk golünü atan ise yine bir Göztepeli Fevzi Zemzem’di.
Bombacı Halil Postexpress dergisinden Serkan Seymen’e verdiği bir röportajda bakın nasıl anlatıyor hocasını:
“Bugün herkes birilerine futbol öğretir, ama o bize hepsinden önce bir kişiIik olmayı öğretti… Çok tahsilliydi, Ingiltere’de yaşamış bir insandı, kültürü zengin bir insandı. Gömleğimizi, ceketimizi giymeden, sakal tıraşımızı olmadan gidemezdik kulübe biz. Bir Avrupa maçından sonra basın toplantısı olmuştu. Adnan Abi, İngiliz gazeteciye İngilizce, Alman’a Almanca, Fransız’a Fransızca, İtalyan’a İtalyanca cevap verince, adamlar şaşkınlıktan ölüyorlardı… haftanın iki günü kulüpte ders verirdi. Hepimizin defterleri vardı. Genel kültür ve İngilizce dersi alırdık ondan. İngilizce ders kitapları getirtmişti…”