2009’dan beri gelmedim Adana’ya. Adana’yı, Altın Koza’yı, Seyhan Otel’i özlediğimi, uçağa binme fikrinin artık beni o kadar da rahatsız etmediğini fark ettiğimde hazırlıklara başlamıştım zaten. (Ama geçen yıl da sponsor olmamamıza rağmen kendimi hatırlatmam gerekti ne yalan söyleyeyim, bu festivallerin hafızası biraz zayıf.) Ve işte buradayım. Şimdi biraz tafsilat….
Ege Görgün (Landlord)
Bünyemi sabah erken yataktan çıkmaya ikna etmek kolay olmuyor. Ben de bu kez bünyemle hiç sorun yaşamak istemedim ve erken gelen basın mensubu zevatın aksine geç bir uçağı tercih ettim. Sabiha Gökçen‘e gidişim epey maceralı oldu. E10 numaralı belediye otobüsüyle hesaplı ama saçma bir yolculuk yaptım. Saçmalık ise güzergahtan kaynaklanıyordu. Bu sevgili otobüs Sabiha Gökçen’in kapısından geçip yaklaşık 7-8 duraklık bir mesafedeki Okan Üniversitesi’ne gidiyor, havaalanı yolcularını ise ancak dönüşte indiriyor. Biz niye o yolu gittik, sonra geri geldik, yolculuğumuz niye yarım saat uzadı hala çözebilmiş değilim. Bilinen fizik kuralları içinde bunun bir açıklaması olduğunu da sanmıyorum.
Uçak yolculuğu ise aksine, macerasızdı. Yol boyunca evden getirdiğim Pazar gününün gazetelerini okudum. Hatta Hasan Bülent Kahraman‘ın günümüz edebiyat ortamlarının magazinsel sığlığını konu alan şu yazısını kesip (yırtıp) sakladım. İndiğimizde hayatımda ilk kez “uçaktan ilk çıkan insan” oldum.
Bavullarımız bir film şeridi gibi gözümüzün önünden geçerken duyduğum her küt sesiyle “benim güzel ve gayrimedeni ülkem” diye geçirdim içimden. Gelen “küt” sesleri görevli tarafından yüklü olduğu arabadan alınıp bandın üstüne fırlatılan zavallı bavullarımızdan geliyordu. Acaba bir Allahın kulunun aklına “şu arkadaşlara işe başlarken bir eğitim verelim, şu bavulları güzel bir şekilde koymayı öğretelim” demiş midir?
Aklıma 1990’da İngiltere’ye tarım işçisi olarak gidişim geldi. Ağaçtan kopardığımız elmaları boynumuza asılı sepetlere dolduruyoruz, sonra o sepetleri kaslara boşaltıyoruz. Ben boca ederken elmaları kasaya işçibaşı hemen tepemde bitti. “Elmaları atmayacaksın öyle,” dedi. Göstererek, “Bak, böyle yapacaksın!” deyip iyice eğilip elmaları diğerlerinin üstüne döküverdi. Nedenini de açıkladı hemen. “Öyle yüksekten dökersen elma ezilir berelenir ve biz onu satamayız, çürüğe çıkar!” Ben ağzım açık adama bakıyorum. Düşünsenize, elmalar azıcık zarar görse satılmıyor. Ben bu adama “öne meyvelerin iyilerinin dizilip sonra kese kağıdına arkadaki çürüklerin doldurulduğu” bir ülkeden geldiğimi nasıl anlatayım şimdi?
Beni havaalanından alıp otele bırakan festival görevlisinin bugüne kadar görmeye alıştığım ulaşımdan sorumlu kişilerin profilinden farklı olduğu hemen dikkatimi çekti. Ne taksiciye benziyordu, ne belediyenin ya da taşeron firmaların şoförlerine, ne de belediyedeki eniştesinin torpiliyle bu bir haftalık işi kapmış hayta birine. Sordum tabi hemen. Üniversite de öğrenciymiş. festival karar almış bu yıl. Ulaştırma ekibini tamamen gençlerden oluşturmuş. Eeee, her şey de yanlış olacak değil ya bu memlekette. Ne güzel düşünmüşler. Hem gençlere harçlıklarını çıkarma, hem de kendilerini sosyal anlamda geliştirme fırsatı sunmuşlar. Üç kez kullandın ulaştırmayı bugün. Üçünde de zıpkın gibi, modern, kibar gençler çıktı karşıma.
Dedim ya, geç geldim Adana’ya. Bir tek Fatih Akın‘ın Türkiye’de ilk gösterimi gerçekleştirilen belgeseli Cennetteki Çöplük‘ün ilk gösterimini kaçırdığıma üzüldüm. Ama filmin ardından yapılan basın toplantısına katıldım. İyi bir adam Fatih Akın. Dünyayı daha güzel bir yer haline getirmek için üstüne düşeni yapmış bu belgeselle. Bana göre çok da iyimser. “Belki bu film sizlerin sayesinde çok seyredilir ve insanlar bazı şeylerin farkına varır!” deyince dayanamıyorum, “İyi diyorsunuz da, biz insanımıza daha çöp ayrıştırma kültürünü bile oturtamamışız daha!” diyorum. “Olacak!” diyor. İnanıyor. Umarım o haklı çıkar. Ve çok geç kalmadan Türk toplumu çevreye duyarlı olmanın bir medeniyyet standartı olduğunu kavrar. Burada en büyük görev gençlere düşüyor. Annelerini, babalarını bilinçlendirmeliler. Sonra da çocuklarını eğitmeliler. Okulların ne yazık ki artık çocukları kapitalist sistemin bir parçası ve tüketim toplumun bir neferi yapmaktan başka gayesi yok çünkü.(Bir de ana babasının parasını söğüşlemek var tabi)
Fatih Akın önemli bir iş yaptı bu belgeselle. Ama bu belgeselin daha çok izlenmesini istiyorsa majör kanal ve gazetelerden dışında kimseye kendisiyle röportaj yapmasına müsade etmeyen PR’cısına bunun yaptıkları işin ruhuna aykırı olduğunu da söylemeli. Bu belgesel için değil diğer gazete va kanallara, bloglara bile röportaj vermeli Fatih Akın. Ben kendisiyle röportaj yapmak isteyen başka kanallar da olduğunu buradan haber vereyim.
Basın toplantısında öğrendiğim bir diğer şey de Fatih Akın’ın başta aklında aslında bu belgeselin değil, Michael Moore tarzı bir şey olduğu. İşe dönemin Çevre bakanı Osman Pepe ile başlıyor da üstelik. Ama kameralar açılınca hemşehrim Pepe, “Kapat,” diyor. “Sen bırak bu işleri, sen bildiğin işi yap, film çek!” diye ekliyor. Cennetteki Çöplük orada, o anda rahme düşüyor bir anlamda.
Devam eder belki…