“Her şeyi kaybedeceksin; ama unutma ki, hatıralarını kaybedemezsin. Onlar canını hep acıtacak.”
István Szabó’nun bir söyleşinden
1981 tarihli Mephisto filmini ilk izleyişimi dün gibi hatırlarım: 1986 yılında Adapazarı Atatürk Lisesi’nde son sınıfta okuyordum. Sakarya’da bağımsız film festivali düzenlemiştik. Elimizdeki imkânlar sadece beş filmi getirmeye yetmişti. Bunlardan biriydi Mephisto. (Diğerleri; Dünyayı Sarsan 10 Gün (Sergei Eisenstein–Grigori Alexandrov, 1928), Amarcord, (Federico Fellini, 1973) Sıradan Faşizm (Mikhail Romm, 1965), Gel ve Gör (Elem Klimov, 1985). Her biri kendi kulvarının birer kilometre taşlarıydı.
Altın Portakal‘ın jüri başkanıIstván Szabó’nun Mephisto’sunun, duygu dünyam üzerinde yarattığı etkiyi unutamadım. O etki uzun yıllar sürdü. Nedeni kısaca şöyle açıklayabilirim: Politik filmlerin -evet sadece Mephisto değil bence bütün filmler politik bir filmdir- neredeyse tamamına yakınında belli bir bakışın (ya da ona tek ve düz bir bakış açısı diyelim) ‘ifade’si vardır. O ifade, tamamen kendisini bağlı bulduğu politik angajman çizgisinin üzerinden kendini anlatmaya/açıklamaya çalışır. Bu tür klişe yöntemlerle yapılan filmlerin Umberto Eco’nun deyimiyle, “kendi kendini üret(e)memesiyle ‘açık bir yapıta’ dönüşememe sorunu vardır.” Peki Szabó’yu -kendi filmleri özelinde- bu tuzaklara düşürmeyen neden(ler) ne(ler)? Hiç şüphesiz ki ele aldığı konunun ‘temel kavram’ı. Ve o ‘temen kavram’ üzerinden ele aldığı konunun iz’ini derinleştirmek. O derinlik, Szabó’ya sinema tarihi özelinde, aynılığın içerisinde ‘farklılaşma’ tercihini sundu. İşte bu farklılaşma O’nu yaratıcı yönetmen (auteur) yaptı.
‘Aynılığın içerisinde farklılaşan’ senarist/yönetmenin en büyük problemi, tedirginliktir.* Konjonktürün her an değişebileceği kozmopolit coğrafya da (ki bu 2. ve 3. dünya ülkelerine özgü bir durumdur) yaşamanın ön görülemeyen sonuçları vardır. Bu da çoğu zaman neden/sonuç ilişkisi göz önüne alındığında (sinema ve edebiyat alanında) ortaya çıkan eserin zamanın içinde zaman’a yenilmesiyle sonuçlanır. Sanatçının ölümü de -eserinin ölümüyle birlikte- tam da burada başlar! İşte tam da bu nokta da Szabó’yu eşsiz ve biricik olmasının nedeni de bu: Öngörülerinin güçlülüğü, filmlerinin yaşadığı çağa tanıklık etmesi, zamanın sınavından geçmesi ve zamana yenilmemesi. Kısacası gerçekliğin üretime ‘gerçek’çi bir katkı…
‘Tedirginlik’ demiştim az önce bu kavramı biraz açmamda yarar var. Bu filmin kendisine dair bir durum değildir. Bu tamamen filmin tasarımına ilişkin bir olgudur. Bu bütün yaratıcı yönetmenlerin dünyasında sürekli kanayan bir yara/bir olgu’dur. Mephisto filmindeki Hendrik Hoefgen’i düşünün sizce sadece o filmin oyuncusunun (Klaus Maria Brandauer) ‘ruh hakli’ sadece o oyuncuya ait bir ‘tedirginlik’ midir? Tabii ki değil. O ‘ruh hali’, Szabó’nun hücrelerine kadar sinmiş bir kaygının dahası tereddüdün ‘ifadesi’dir. Ve o ‘ifade’ de Hendrik Hoefgen özelinde insan ruhunun coğrafyasını, filmin özelinde ise bir ülkenin içenden geçtiği ‘tedirginliği’ keşfederiz: Korku, heyecan, mutluluk, acı, keder, ihanet…
Yine ‘tereddüt’ kavramı üzerinden yürüyelim; Szabó filmleri, -yapısal olarak ana hatlarıyla- ideolojik bir temsilde bulunmaz. Kendisi, o temsili bir fon olarak kullanıp, anlatmak istediği ‘ifade’nin peşindedir. Bu da O’nu – Szabó sineması ekseninde en nihayetinde- ‘tereddüt’ten ‘arayış’a götürür. İşte arayış, yüzleşmeyle son bulur. Bu noktadan sonra ‘özne’nin parçalanmasına tanıklık ederiz. Bu parçalanmanın sonucunda Szabó, sinema tarihinde ‘özel’ bir yer etmiş bütün yaratıcı yönetmenler gibi yanıt aramaz, yaşadığı hayata soru(lar) sorar.
Faşizmin Yıkıcı Etkisi ya da Mephisto
Şüphesi sinema büyük bir tasarımdır. Bu tasarımın birçok bileşeni vardır. Oyuncu-Müzik-Ses-Renk-Işık-Kurgu vs. vs. bütün bu bileşenler sinemanın birer enstrümanlarıdır. Bu enstrümanlar, ‘ana yapı’ya -filmin kendisine- hizmet ederler. Değişim/Dönüşüm-Karakteristik Olan’ın Yapının Evrimi/Yolculuğun Sona Ermesi gibi ‘ana yapı’nın omurgasını oluşturan temel çatışmalar ‘film’e hizmet eden en önemli unsurlardır.
Mephisto’da, Hendrik Hoefgen, büyük kitleleri coşkuyla tiyatro salonuna çeken temsillerde rol almakta ve büyük başarılar elde eden bir aktördür. Nazilerin iktidara gelişiyle birçok arkadaşını kaybeder. Ama o kariyeri için başlangıçta Nazilerden yana tavır alır. Bir süre sonra onuruyla oynandığını fark eder. Yine ses çıkarmaz. Zaman geçtikçe baskı daha da arttığında Hoefgen’in kendisine projektörler yönelir. Faşizmin fırtınasından o da diğer arkadaşları gibi ne yazık ki sağ çıkamayacaktır. İşte o zaman; “Ama sadece ben bir oyuncuyum” der. Szabó burada Faşizm kitle ruhunun, birey üzerinde yıkıcı etkisini tartışmaya açar. Bu tartışma ekseninde izleyicisini değişim/dönüşümün noktasından çok sanat-politika/hayat-bireysellik üzerine tartışmaya çağırır.
Szabó, Macaristan topraklarından çıkmış Faşizmin yıkıcı etkisine maruz kalmış (Orta Avrupa ülkelerinin bir çoğunda olduğu gibi) kendi kuşağının ruh halini anlatma/aktarma da -bütün o pisliğe rağmen- temiz çıkmış, yaşadığı çağa tanıklık etmiş nadide yaratıcı senarist-yönetmenlerden biridir. Ve en büyük başarısı da yaşadığı çağın vicdanına tanıklık etmesidir.
29 Yıl Sonra Sonra Hendrik Hoefgen’le Karşılaşmak. Ya Da Klaus Maria Brandauer’la Kişisel Bir Hatıra
29. Uluslararası İstanbul Film Festivali’nde filmim Melekler ve Kumarbazlar, festivalin programında yer alıyordu. 4,5 yıllık bir sürecin sonunda filminin yolculuğuna tanıklık ediyordum: Festivaller-özel gösteriler-söyleşiler vs… Bir akşamüstü telefonum çaldığında Festival görevlisi Klaus Maria Brandauer’un, “İstanbul Film Festivali’nde olduğunu ve kendisine, ‘Yaşam Boyu Başarı Ödülü’ verileceğini” söyledikten sonra “kendileri sizin filminizi izlemişler. Sizinle tanışmak istiyorlar” dediğinde donup kalmıştım. Bir süre suskunluktan sonra bunun bir şaka olabileceğini düşündüm. Kendi kendime, “Olsun şakası bile güzel olur” dedikten sonra toparlanıp, “Saat kaçta? Nereye gelmemi isterler” dedikten sonra. Yanıt: “Biz sizi ararız” oldu. “Heyecanlanma, bu bir şakaydı” dedim kendime. 10-15 dakika sonra tekrar telefonum çaldığında ‘yer ve saat’ söylendi. Elim ayağıma dolaştı birden. Evimden nasıl çıktım, gittiğim yol nasıl bir yerdi, verdikleri adrese nasıl ulaştım tam olarak bilmiyorum. Aklımda, “keşke yaşasaydı Marcello Mastrioianni’yle de tanışmak isterdim” kendi kendime, sonra Bruno Ganz’la tanışmak isteyebileceğimi düşündüm. Yanıma gelen festival görevlisi beni rüyamdan uyandırdı: “Ertekin Akpınar siz misiniz?”, “Evet, ta kendisi” dedim. Az ileri de masa da oturan Mephisto’nun harikulade oyuncusu Hendrik Hoefgen oradaydı işte. Elimi uzattım. Ayaktaydı Bay Bradauer. Tokalaştıktan sonra eliyle karşısındaki koltuğu gösterdi. Dayanamayıp hemen sordum: “Filmimi gerçekten izlediniz mi?” Büyük bir soğukkanlılıkla, “İzlemeseydim sizinle tanışabilmem mümkün olabilir miydi sizce” dedi. Filmim, Melekler ve Kumarbazlar’ın dünyasından konuştuk. Filmi DVD’den odasında izlediğini ve dünyasını çok sevdiğini ama filmin gerçek bir hikâye olduğu konusunda endişeleri olduğunu söyledi. 180 saat ses kayıtlarından, 6-7 bin sayfa raporlardan, hayatta yaşayan kahramanlarından bahsedince oturduğu yerden tekrar elini uzatıp “işte bu çok anlamlı” deyip tekrar elimi sıktığında beni heyecanlandıran o cümleyi söyledi: “Şimdi sizi çok kıskandım.” Buluşmaya gelirken yolda düşündüğüm aktörleri anlattım. Hayatı boyunca yarıştığı aktörleri çok sevdiğini, kahkahayla onlarla en mutlu olduğu oldu -birkaç- an(lar)ı anlattı.
Merak ettiğim şeylerden birisi István Szabó’yla olan kurduğu ‘dil birliği’ nasıl bir şeydi? Bunu sorduğumda, “István” dedi. “O’nu nasıl anlatsam bilmiyorum ki” dediğinde hemen söze girip “hani şu eski Yunan tragedyalarında kâhin gibi mi?” dedim. Heyecanla ve gözleri ışıl ışıl iki elini birbirine vurarak, o müthiş ifadesiyle “Evet evet tam da öyle. O, benin gibi Macaristan hakkında sürekli sorular soran, sürekli tedirgin, sürekli arayışları olan ve onlarla her zaman yüzleşmek isteyen bir usta. İşte bu yüzleşmeye kayıtsız kalamazdım. Kayıtsız kalsaydım, o tarihin içinde ezilirdim” dedi. Yazdığı senaryolarla içimdeki şeytan’ı uyandırıyor o” deyip devam etti. Peki dedim: “Hendrik Hoefgen?” Gözlerini kıstı, “İşte, o rol bir mucizeydi. Senaryoyu okuduğumda yaşadığım heyecanın tarifini atlamam” dedikten sonra iki elinin titreyen parmaklarını gösterip, “bak heyecanlandığımda hep titrer” dedi.
Türk sineması üzerine sorular sordu. Uzun uzun konuştuk. Vedalaşma anı geldiğinde ilk filmlerin mucizesinden konuştuk. “Bir yönetmen ne kadar çok film yaparsa samimiyetini yitirir. Bir aktör önüne gelen her projenin içine girmek için çaba harcarsa bil ki sinemayı konuşmak artık gereksiz hala gelmiştir” dedikten sonra “sinema cehennemine hoş geldin yönetmen” dedi. Sıkıca elini sıktım. Bu davetin benim için eşiz olduğunu ve beni çok heyecanlandırdığını söyleyip teşekkür ettim. İki eliyle omzumun kenarlarından tuttu tanışmaktan duyduğu memnuniyeti dile getirdi..
Hayat böyle işte… Yıllar önce seni perde de heyecanlandıran bir aktörle karşı karşıya bırakabiliyor.
*Politik Kamera kitabında Douglas Kellner, Michael Ryan bu kavramı -ana hatlarıyla- Hollywood sinemasının ideoloji ve politikası ekseninde tartışsa bile kanımca bu olgu yaratıcı sinemanın ana ekseninin temel parçasıdır.