Sinema yazarlarına sorulmak üzere 10 soru hazırladık. Tümüyle Ters Ninja’ya münhasır 10 ilginç soru. Maksat elbette sinema yazarlarını daha iyi tanıyabilmek… The S-Files adını verdiğimiz bu dosyaların kırk dördüncüsünü “Modern Zamanlar Dergisi” yazarı Veysel Atayman için açıyoruz.
Nerede, ne şekilde, kiminle seyrettiğinizi hatırladığınız en eski film hangisi?
Geçen yüzyılın kırklı yıllarının ikinci yarısında bir zaman uğrağındayım: Balkon mu? Çok geniş, kalabalık biraz öne doğru eğimli bir terasta tahta sandalyelerden birinde oturuyorum. Bütün bahçe (sineması) ölü lamba ışıklarıyla bakır sarısına kesmiş. Yanımda benden iki yaş küçük kardeşim var. Babaennem, babam, ve annem. (Dedem perdedeki görüntüleri hakikatten ayırd etmediği için seyrek getiriyor babam sanırım onu bizimle sinemaya. (Bir keresinde “Azak” yokuşundaki büyük sinemada, “western seyrederlerken” “Ulan arkana baksana keraneci” diye bağırdığı için cezalı gibi; çok utandırmış olmalı babamı.
O teras gibi yerin önünde sağdan sola uzun, paslı demirden bir parmaklık epey aşağıdaki bahçeye düşmeyi pek önleyecek gibi durmadığından olacak: “Yaklaşma!” diye ara verildiğinde uyarıldığımı hatırlıyorum. Aşağıda çok geniş bir bahçe, tıklım tıklım. Ve bir Türk filmi bu, Münir Nurettin‘li sanırım. (Kahveci Güzeli olabilir mi? Bol bol şarkı söyleyen efendi birini hatırlıyorum.) Sanki bizimkiler sırf bu şarkıları dinlemeye gelmişler. Sinema mı? Beyazıt ile Eminönü arasında bir yerde, çok geniş bir bahçe sineması…
Sinema yazarı olmasaydınız, ne yazarı olmak isterdiniz?
Bu tanımı teşekkürle üzerime almıyorum. Ben sinema yazarı değilim, yazar da. Sinemayı izlemeyi, tanıtmayı, yorumlamayı, eleştirmeyi asli görev gibi gerçekleştiren bütün herkese (hele zehir zemberek gençlere) büyük saygısızlık olur bu tanımı kabul etmem. Sinema Platon mağarasının ağzındaki, yukarıdaki ışık oldu hep benim için. Ulaşılmaz-ideal. Mağarada arkadan gelen ateşin ışığıyla duvara yansıyan esaretin gölgelerini seyretmek değil mi hayat. (hani gerçeklik dediğimiz neyse, o şey?); üstelik ışığını aşağıya, içeriye o cılız ateş ışığının zar zor aydınlattığı karanlık-loş mağaraya da salar. Mahkumların zincirlerini görürüz o aydınlattıkça… Kimileyin de gözümüzü kamaştırana kadar ona yaklaşırız. İmgelerin/ideaların içinde dolaştıkları sonsuz astral göğe. “Sinema olmasaydı ne yapardım?” Düşünmek bile ürkütür beni. İnsanın kültür tarihinin en büyük armağanı bence. Onun hakkında bir şeyler yazmak, kısa süreli bir aşk mektubu yollamak gibi bir şey benim için “ona”. Cevap beklemediğim tek yanlı aşk mektupları.
Hayatınızın sonuna kadar tek bir filmle idare etmeye mahkum edildiniz. Hangi filmi seçerdiniz?
Sinema toplamda tek bir filmdir bence. Orada seçime çağırmak Sofi’nin seçimi ile baş başa bırakmaktır kişiyi. Tarzan The Ape man’i izlerken, yepyeni lacivert berem çalındı, önde, sahnenin dibinde bağdaşı kurmuştum. Weissmüller sarmaşıktan her fırlayışında biz kardeşlerin üstüne atlıyordu ya da üzerimizden geçiyordu. (İyi ki evin önündeki incirlerde sarmaşık yoktu!) Zorro’nun işareti’ni, Jesse James’in dönüşünü, kardeşinin intikamını alsın diye azmı bekledim. Frank James sıkı almıştı intikamı. Gun for a Hire’ı kaç kez izlemiş olabilirim? Tony Martin’in İngilizce Hit’lerini silip üzerine Şecaettin Tanyerli’ye (sanırım) 14 tango söyleten Kemal film, o tangoları ezberlemek için en az 10 kere izletti bana bu filmi. Ama galiba Angelopoulos’un Arıcı‘sını çok mecbur kalsam seçerim. Onun gibi üç yol düzleminde bir gidiş, (kaçış) yenilgi yaşadığım yıllardı. O filmde artık kendi sonuna doğru yola çıkmış Arıcı’nın peşine, hayat planı olmayan genç bir kız takılır. Bitiş ve başlangıç. Sonsuzluk ve Bir Gün’de de vardır bu tema. Angelopoulos sinemasının tahterevallisini oluşturur iki uç arasındaki büyük gerilim, filmin bütün enerjisini sağlar. Ölmeye giden adamla hayata salınmış küçük çocuk. Arıcı ile hayat projesi olmayan genç kız. Oönecek yeri olmayan göçmen çocuk. İşaret parmağı kırık, sudan çıkan el. Yol, ama nereye.?
Kendinize içlerinden hayali bir arkadaş seçme şansınız olsaydı. Hangi sinema karakterini seçerdiniz?
Tartışmasız Marlon Brando. Cevabı “Modern zamanlar”ın Temmuz sayısındaki derleme-denememde var sanırım.
Hangi sinema oyuncusunun görüntüsüne sahip olmak isterdiniz?
Narsist olduğum için kendi görüntümden fazlasıyla memnunum.
Hangi yönetmenle sıkı dost olmak isterdiniz?
Tartışmasız Stanley Kubrick. Hani elbette onun ile dost olabilmeyi başarabilmiş biri varsa…
Hangi film gerçek olsun ve siz de içinde yer alın isterdiniz?
Kızgın Damdaki Kedi. Bembeyaz yuvanın içinde yalana boğulmuş hayatlar. Anıların huradalar gibi atıldığı bodrumda kendimi aramak isterdim. Başlangıcımı. Babaannemin tahta sandığını açabilmeyi.
Sinemayı sevmek için iyi bir neden söyler misiniz?
Sinema bugünün Balzac’larını, Paris kanalizasyonlarını sayfalarca anlatma zahmetinden kurtarmıştır! Bergama Tapınağındaki kabartmaları mermerin katılaştırdığı tek kareden çekip almış, hareketin ve tarihin içine sokmuştur. Sözlü dilin küstahlığına sınır getirmiştir: İmgenin sözlü dile her indirgenişinde birden çok aşınma, kayıp olduğunu hatırlatarak. İmgenin sözlü dille iyice kaynaştığı “şiirin” bile –yapamasa da hep- yanı başına sokulabildiği olmuştur. Gerçekliği sakladığı yerde ve gösterdiğine inandığı yerde, hep bir yarına, ileriye, yeni olana
Yollamıştır bizi. Her filmde kendini inkar eden bir şey vardır, senaristin, yönetmenin, enikonu düzenlenmiş cümlenin sınırından taşıp yarını bekleten. (Bizim sinemanın hiç anlayamayacağı bir şey korkarım.) Sinema her düzlemiyle “politik eylemdir”. Poılitik eylemin öteki biçimleriyle bir araya geldiği yerde ise infilak ettiricidir.
Sinemanın en kötü özelliği ya da en büyük zararı nedir sizce?
Var mıdır? Ne beklediğinize bakmaz mı. Bir önceki soruda vermiştim bunun cevabını.
Bugüne kadar gittiklerinizin içinde en sevdiğiniz sinema hangisiydi?
Tereddütsüz “Emek”. Asma katta daha filme bakmadan önce boy aynalarında kendimize bakardık… Hazırlanırdık!