Gözünüzün önünden geçirin. Sabahın 6.30’u. Saat çalıyor. Zırrrr… Uyanıyorsunuz. Hava hala karanlık. Yattığınızda karanlıktı, kalktığınızda da karanlık. Çıkıyorsunuz yataktan. Kaloriferlerden tak tuk sesler geliyor. Daha yeni yanmaya başlamışlar, ev buz gibi. Giyiniyorsunuz. Akşamdan karar vermediyseniz ne giyeceğinize zorlanıyorsunuz. Kadınsanız feci zorlanıyorsunuz. Şimdi sıra makyajda/traşta. Okula/Yuvaya bırakılacak, sabah sabah tüm kaprislerine katlanılacak (peki sizin kaprisinize kim katlanacak?) bir yavru yoksa evde, servise yetişmek için kendinizi dışarı atıyorsunuz. Terk eden sevgilinin, bir de kaçan servisin yerini doldurmak acılı bir süreç ister. Çekilir gibi değildir.
Ege Görgün (Landlord)
İşte servis orada. Bir kürek mahkumunun yeni güne başlarken duyduğu isteklilikle binmeye hazırlanıyorsunuz. Geç kaldığınız için de hayıflanıyorsunuz. İki kişilik koltuğa tek başınıza kurulmak varken, şimdi yan koltuğa çantasını koyan zevatın insafına kaldınız. İzin isteyeceksiniz, o da sanki size iyilik bahşeder gibi çantasını kaldıracak boş koltuktan. Ezilip büzüleceksiniz, hem de buna hiç gerek olmadığını bile bile.
Servis sizi birazdan İstanbul’un o cehennemi trafiğine sokacak. Otobüste uyuyabilengillerdenseniz trafiğe duacı olacaksınız. İşe erken varmak gibi bir isteğiniz yok çünkü. Hatta mümkünse biraz geç olsun. Servis trafiğe takılıp geç kaldı diye kimse sizi suçlayamaz. 15 dakika fazladan uyumaya da itirazınız olmaz.
Tam zamanında iştesiniz uykudan şişmiş gözlerle. Kahvaltı niyetine çayın yanında yağlı ve beyaz unlu poğaçaları mideye indirirken, kendinizden tiksiniyorsunuz bir an, spora ya da en azından yürüyüşe başlayacağınız konusunda kendinize 468. kez söz veriyorsunuz. Ve bu son kez değil. Hatta yarısında bile değilsiniz daha.
Öğlen çabuk geliyor neyse ki. Yemeğe iniyorsunuz arkadaşlarla. Bugün de aynı şeyleri konuşuyorsunuz. Filanca departmandan biri şöyle yapmış, adi müdürünüz de öyle yapmış… Muhteşem Süleyman validesine nasıl lafı çakmış, falanca film pek güzelmiş mutlaka gitmek lazımmış. Yemekten sonra bir keyif sigarası… O soğukta öksüz gibi kapının önünde titreşe titreşe, artık nasıl keyifse.
Müsabakanın ikinci devresinde işti güçtü derken akşamı ediyorsunuz. Daha yarım saat var mesai bitimine ama siz çoktan paydos etmiş eve gitmişsiniz bile. En azından ruhunuz gitmiş, bedeninizi geride bırakma pahasına. Çıkışa 15 dakika kala gözünüz müdürde. Sizi görecek de son dakikada bir iş kitleyecek, servisi kaçıracaksınız diye üç buçuk atıyorsunuz. İçinizden yüze kadar sayıp yarım ağızla, çok da bağırmamaya dikkat ederek “iyi akşamlar” diyorsunuz ve çıkışa doğru hızlanan adımlarla yürüyorsunuz. Kapıdan çıkarkan müdürün odasından size seslenilecek mi diye yüreğiniz pır pır. Sevgilinizle ilk buluşmalarınızda da böyle oluyordu eskiden. Vücudunuzun iki benzemez olaya da – benzemez mi? zıt, zıt! – benzer tepki vermesi saçma elbette. Ama her şey mantıklı da, bu mu saçma bir tek?
Servis aracınız aşağıda sizi cehennemi trafiğe yeniden sokmak için ağzını iştahlı biçimde açmış olarak bekliyor. Bu kez kurban edilirken tanrısına kavuşmak için sabırsızlanan vecd halinde bir mürit gibi atıyorsunuz kendinizi servisten içeri.
Dakikalar içinde bir bombayla şehirlerin yok olabildiği, birkaç saatte ülke değiştirebildiğiniz, birkaç dakikada atmosfer dışına çıkabildiğiniz bir zamanda 50 km’ye bile denk gelmeyen bir mesafeyi iki saate yakın bir sürede kat ediyorsunuz.
Eve vardığınızda şöyle ayaklarınızı uzatıp, derin bir ‘oh’ çekebiliyor musunuz peki? Evde sizden aş bekleyen bir, iki ya da daha fazla boğaz yoksa belki. Ama hadi bu akşam da dışarıdan bir şeyler söyleyin. Yavrunuz için oyuncaklı bir çocuk menüsü.
İsmini bilmediğiniz, yüzünü ise hatırlamadığınız motosikletli oğlanın getirdiği hızlı-gıdaları yerken, yani daha gün bile bitmeden kendinize 469. kez yine tutamayacağınız o sözlerden birini veriyorsunuz. Yemekten sonra canınızdan çok sevdiğiniz ve Bruce Banner’ken menüye dahil o kolalı içeceğin şekeri, kafeiniyle geçici olarak Hulk’a dönüşmüş çocuğunuzun gözünün içine bakıyorsunuz, bir an önce yatıp uyusa diye. Ama o kendisine borçlu olduğunuz ilgiyi bu gece almakta kararlı. Oysa siz ona ilgi göstermekte kullanacağınız enerjinizi çoktaaaan satmışsınız. Aylık olarak alacağınız ödemeler karşılığında o enerjinin sahibi önünüzdeki bilmem kaç yıl için, muhasebe bölümünde bordronuzun bulunduğu bir şirket. Üstelik bu saçma anlaşmayı yapmanızın, fedakarlık mı kölelik mi tartışılabilecek yükümlülüklerinizi üstlenmenizin sebebi, sizden umutsuzca ilgi bekleyen şu küçük tazmanya canavarı. Tabi bu o nankörün hiç umurunda değil. Onun tek istediği sizin sırtınıza çıkmak, sizinle güreş tutmak, o şarkı söyleyip dans ederken sizin onu izlemeniz, ya da ne bileyim okulda yaptığı salak saçma şeyleri anlatırken sizin anlattıklarıyla çok ilgileniyormuş gibi yapmanız. Saçma yani. Ama diyorum ya, her şey mantıklı, yerli yerinde de, bir tek bu mu saçma?
Çocuklarımıza onların o dönemde istemediklerini vermek için, o dönemde istediklerini verememeyi göze alıyoruz. Biraz büyüdüklerinde ise işler tamamen tersine dönüyor. Anne babalarından küçükken istemedikleri şeyleri artık istemeye başlıyorlar çünkü. Anne baba yine çocuklarının isteklerini tamamen karşılayamadıkları gibi, küçükken çocuklarından esirgedikleri şeyleri şimdi onlar çocuklardan bekler duruma geçiyorlar. Biraz ilgi. Tıpkı zamanında çocuklarının uğradığı gibi, onlar da hayalkırıklığına uğruyorlar.
Neyse ki çocuklar sabahtan akşama koşturdukları için uykuları erken geliyor. Sonunda yattı. Artık bir haftadır merakla beklediğiniz dizinin final bölümünü izleyebilirsiniz. Dizi başlıyor. Pardon. Reklamlar başlıyor. Dizinin arasına reklam değil, reklamların arasına dizi alınmış sanki. 45 dakika geçti ve dizinin ortasına bile gelinmedi daha. Göz kapaklarınız ağırlaşmaya başladı bile. Yine de son 20 dakikasına uyanık girmeyi başarıyorsunuz dizinin. Ama kontrol artık siz de değil, gözleriniz kepenkleri indiriveriyor. Başladığında desibeli kendiliğinden yükselen reklam kuşağının cıngılları, çığırtkanlıkları bile uyandıramıyor sizi. Gözünüzü yeniden açtığınızda diziye sponsor olan firmaların logolarıyla karşılaşıyorsunuz. Haftalardır zombi gibi takip ettiğiniz, oyuncuların uzatılmış klarkları, gereksiz sahneler ve diyaloglarla şişirilmiş, duygularınızı baskın müziklerle manipule etmeye çalışan 24 bölümlük dizinin final anını kaçırdınız. Neler olup bittiğini öğrenmek için yarını beklemeniz gerekiyor. Öğle yemeğinde arkadaşlarınız size anlatırlar.
Altı saat sonra yeniden uyanmak üzere yatağınızın yolunu tutuyorsunuz. Demek yaptığınız anlaşmaya olabildiğince az sevişmek gibi, dizilerin finallerini kaçırmak da dahilmiş. Şu küçük yazıları dikkatli okumadığınız için mecburen böyle yaşayarak öğreneceksiniz koşulları.
6 saat sonra….
Sabahın 6.30’u. Saat çalıyor. Zırrrr… Uyanıyorsunuz. Bir önceki gün ve son beş yıldır hafta içi her gün yaptıklarınızı aynen tekrarlayacaksınız bugün de. Ezberden yapıyorsunuz hepsini… ki bu iyi bir şey. Çünkü en iyi ihtimalle, önünüzdeki 15 yıl boyunca da bunları yapmaya devam edeceksiniz. Haftaiçi her gün…
Gözünüzün önünden geçirin…