Nosferatu (Nosferatu, eine Symphonie des Grauens, 1922)‘dan bu yana vampir miti, kapitalizmin metalaştırma teşebbüsleri sonucunda büyük bir deformasyona uğradı. Aristokrasinin karanlık kalelerinde toplumdan uzak yaşayan vampirler, Alacakaranlık (Twilght) serisi ve ardılı örneklerde gördüğümüz -ve görmeye devam edeceğimiz- üzere bugün son model spor arabalarla kentsoylu bir yaşam sürmeye başladılar. Ülkemizde gecikmeli olarak vizyona giren 2008 yapımı Gir Kanıma ise tamamıyla türdeki bu dönüşümün dışında fakat korku merkezli klasik anlayışa da prim vermeyen son derece ayrıksı bir vampir draması.
Tomas Alfredson’un yönettiği Gir Kanıma, John Ajvide Lidqvist’in aynı adlı çok satan gerilim romanından, yine yazarın kendi senaryosuyla sinemaya uyarlanmış. Brejnev’in gölgesindeki 1982 İsveç’inin Stockholm banliyölerinin birinde, Blackeberg’de, Oskar (Kare Hedebrant) adındaki parçalanmış bir işçi ailesinin 12 yaşındaki oğlu ile yan dairelerine taşınan netameli kız Eli (Lina Leandersson) ekseninde gelişiyor hikâye. Eli, fizyolojik özellikleri itibariyle –kara kuru esmer bir kız- bir İskandinav olmaktan çok uzak. Üstelik Oskar ile arasındaki kontrast da had safhada; yemek alışkanlıkları, aile yapıları… Fakat bütün bu farklılıklara rağmen ne olduğunu tanımlayamadıkları sıra dışı bir çekime –Aşk?- kapılan ikili, bu birlikteliğin bedeli neyse ödemeye hazırdır…
Gir Kanıma, her şeyden önce ait olduğu dönemin atmosferini çok iyi çizen bir film; sokaklara hâkim olan o tedirginliği hissedebiliyorsunuz rahatlıkla. Peki, bu tedirginliğin sebebi nedir, ilkin açıklaması zor. Fakat daha sonra parçalar yavaş yavaş oturmaya başlıyor yerine. Blackeberg, gizemli cinayetlerin işlendiği bir bölge haline gelmiş son zamanlarda. Cinayetlerin bir işçi bölgesinde gerçekleşmesi tesadüf değil, tabii Eli’nin Oskar’ın yan komşusu olması da. Aynı apartmanda yaşayan Eli’yle Oskar’ı birbirinden ayıran duvar, Sovyetler Birliği ve İsveç arasındaki ilişkiyi tanımlamak için kullanılmış sanki. Dolayısıyla komünizmin vücut bulmuş hali olarak Eli’yi görüyoruz duvarın ardında. Eli’nin susadıkça işçilerin kanını emen yabancı kaynaklı sistemi sembolize etmesinin yanı sıra Oskar’ı okuldaki arkadaşlarına –dışarıya- karşı yüreklendirmesi, ona kol kanat germesi ve kendine öykündürmesi filmin altını çizdiği noktalardan. Bu denklemde güçlü olan taraf Eli –Sovyetler Birliği-, Oskar’ı –İsveç- kendi safına çekmekte pek de zorlanmıyor tarihte olduğu gibi.
Bu dakikadan sonra Eli’nin kölesi konumundaki karakter (Kitapta bu karakterin Eli’ye aşık olan bir pedofil olduğu belirtilmesine rağmen filmde buna dair bir emare yok-muş.) yerini Oskar’a bırakıyor. Oskar’ın bundan sonraki değişimi de kayda değer; düşmanlarına –okulda onu aşağılayan arkadaşlarına- başkaldırmakla kalmayan Oskar, yeri geldiğinde Eli için elini kana bulamaktan bile çekinmiyor. Ezen-ezilen diyalektiğini yeniden üreten Gir Kanıma, ezilenin nasıl bir anda ezen olabildiğine dair yadsınamaz bir deney gerçekleştirmiş böylelikle.
Kuşkusuz farklı okumalara da gebe olan Gir Kanıma‘nın, yaptığımız bu okumaya göre; Cristian Mungiu’nun Çavuşesku döneminin bir kesitini mercek altına aldığı 4 Ay, 3 Hafta, 2 Gün‘ün (4 Months, 3 Weeks & 2 Days, 2007) İsveç çeşitlemesi olduğunu iddia etmek yanlış olmaz sanıyorum. Yönetmen Tomas Alfredson, Avrupa’da dolaşan hayaletin tasvirini yaparken aynı zamanda yakın dönem İsveç tarihini eleştirerek objektif bir 80’ler panoraması oluşturmayı başarmış bana kalırsa.