Nitelik ortalaması açısından bakıldığında senenin en iyi haftalarından birindeyiz. Son on yılda gişeye ambargo koyan Harry Potter serisinin son filmi belli bir tatminsizlik yaratsa da hayran kitlesini sinema salonunu çekmeye devam edecek. Festivallerde övgü alan, ama ticari gösterimi yılan hikâyesine dönen yerli film 40 da nihayet izleyici ile buluşuyor. Aşkın Halleri ve Çatı Katı ise vaat ettiklerini yerine getirmede başarılı filmler. Ancak haftanın filmi hangisi diye soracak olursanız, kapitalizmin vahşetinin son göstergelerinden biri olan su meselesini beyaz perdeye taşıyan Yağmuru Bile‘yi öneriyoruz. Herkese iyi seyirler…
Ve Harry Potter serisinin ilk filmi olan, Harry Potter ve Felsefe Taşı (Harry Potter and the Sorcerer’s Stone)’un gösterime girmesinin üstünden tam on yıl geçti..
J.K. Rowling tarafından yazılmış bu fantastik roman serisinin sonuncu bölümünün ikinci yarısının filme geçirilmiş hâlini de izledikten sonra -çok şükür- hatim indirmiş kadar olduk..
Gerçi bu görevi kitaptan okuyarak yapanlar, olaya çoktan vakıf olarak, Harry oğlan ve cümle büyücü arkadaşlarının âkıbetini öğrenmişler; içleri rahat bi şekilde -büyücülüğün değil de el çabukluğunun geçerli olduğu- gerçek hayata dönmüşlerdir..
Anlayacağınız sıra sizde.. Ey -bencileyin- olayı sadece sinemadan takip etmeyi tercih eden arkadaşlar!.
Peki neler oluyor?
Tüm serinin merakla beklenen en önemli olayı olarak -büyücü de olsa- iyi insan Harry Potter (Daniel Radcliffe) ve kötülüklerin efendisi Lord Voldemort (Ralph Fiennes)’un nihai kapışması gerçekleşiyor..
Tabii bunun için önce, Hayri Potur (Özür diliyorum, lâkin ona bir de böyle hitap etmezsem, içime dert olurdu), can arkadaşları Ron (Rupert Grint) ve Hermione (Emma Watson) ile Hogwarts Cadılık ve Büyücülük Meslek Okulu’na gizlice dalıp, Voldemort’un son hortkuluklarını bularak imha etmeleri gerekiyor..
Galiba seri sona eriyor deyu, başta Hogwarts ve büyücü bankası Gringotts olmak üzere, belli başlı bütün yapılar yıkılıyor..
Mürver Asa’nın âkıbeti hiç de hoş olmuyor..
Ron ile Hermione öpüşüyor..
Hatta -aralarına Harry’i de alarak- hep beraber daha da ileri gidiyorlar.. (Söyletmeyin işte!)
Genel bir muhasebe yapacak olursam eğer, bazı bölümleri her ne kadar keyifli anlar, hoş dakikalar yaşatmışsa da Harry Potter filmleri -yarattığı etkiyle- benim hiçbir zaman vazgeçemeyeceklerim arasına giremedi; Harry de asla iyi bir dostum -ya da oğlum- olamadı..
Hâl böyleyken, belki de serinin en etkileyici, en ‘vurucu’ bölümü olması gereken bu filmin, tatmin edicilikten uzak olması, beni oldukça şaşırttı..
Oysa aynı yönetmen -yâni David Yates– bu son kitabın ilk bölümü olan Harry Potter ve Ölüm Yadigarları: Bölüm 1 (Harry Potter and the Deathly Hallows: Part 1)‘i geçen yıl ne kadar ‘üst düzey’ bir şekilde sunmuştu..
Bence tüm serinin, sinemasal anlamda en olgun, en derin, en iyi filmi olan o bölümden sonra -şahsen- şahane bir final bekliyordum; ama bu pek mümkün olamamış maalesef..
[ Numan Serteli ]
40
[xrr rating=3.5/5]
Yönetmen: Emre Şahin Senaryo: Emre Şahin
Oyuncular: Ali Atay, Deniz Çakır, Ntare Guma Mbaho Mwine
Yapım: 2009, Türkiye / ABD, 89 dk.
İçi para dolu bir çanta ve İstanbul’dan üç karakter. Çantayı biri kaybediyor, diğeri buluyor. Kaybeden çantanın derdine düşüyor, bulan hemen yırtmanın derdinde. Paraları değil elbette, makus talihlerini yırtıp yeni bir hayata başlamak istiyorlar. Ama kaderin onlar için farklı planları var.
Popüler sinemanın dinamiklerini kavradığını belli eden Çanta (2005) adlı kısa filmiyle festivallerden pek çok ödül almıştı Emre Şahin. Bir aksiyon filmini seyredilir kılan tempo, kurgu, sinematografi gibi unsurları kısa filmine başarıyla taşıyan Şahin popüler sinemanın izlerini takip etmiş olsa da sanat filmlerine torpil geçmek gibi bir alışkanlığı olan festivaller kendisinin bu becerisini görmezden gelememişlerdi.
Emre Şahin Çanta’da edindiği deneyimleri, Çanta’nın içerik ekseninden fazla ayrılmadan uzun metraja taşıdı. Kısa filmdeki artıların 40’ta da karşımıza çıktığını söyleyelim. İyi tuturulmuş bir tempo, iyi hesaplanmış bir kurgu, filmi türüne ve ruhuna uygun bir sinematografi. Ama kısa ve uzun metrajl film arasındaki süre ve hitap edilen seyirci farkı yüzünden bu unsurları kotarmak yeterli değil:
1. Öncelikle karakter tasarımınız bu kez çok daha iyi yapmalısınız. Şahin doğru oyuncu seçimlerinin de yardımıyla bu vartayı da iyi atlatmış. 3 ana karakterin de yeterli ikna edicilik katsayısıyla seyircide iz bıraktığı söylenebilir. 2. Süre uzadığı için yan hikâyeler büyümek zorunda. Şahin’in bu konuda da kalburüstü bir başarı gösterdiği söylenebilir.
Teknik anlamda uluslararası kriterlerde bir başarı gösteren Şahin’in, tek ıskası filmdeki tüm hikâyeler birleştikten sonra ortaya çıkan ve salondan ayrılırken bizimle gelecek o anafikir. Bu da filmin akılda ve zamanda kalıcılığını olumsuz etkiliyor. Bu film ne anlatıyor, diye sorulduğunda “çanta peşinde yaşanan bir kovalamaca”dan fazlasını söylemek isterdi gönül.
[ Landlord ]
Aşkın Halleri
Le Nom des gens
[xrr rating=3/5]
Yönetmen: Michel Leclerc Senaryo: Michel Leclerc, Baya Kasmi
Oyuncular: Sara Forestier, Jacques Gamblin, Zinedine Soualem
Yapım: 2010, Fransa, 100 dk.
Aşkın Halleri, Cezayir asıllı özgürlükçü Baya Benmahmoud (Sara Forestier) ile kendisinden hayli yaşlı, ölü hayvanlar konusunda uzman bir tür veteriner olan Arthur Martin (Jacques Gamblin)’in sıra dışı ilişkisini anlatan bir ‘kendini iyi hisset’ filmi. Film, dış ses olarak iki karakterin ayrı ayrı kendi çocukluklarını anlattığı, yaklaşık 20 dakika kadar süren bir epigrafla açılıyor. Bir an bütün film bu şekilde mi kurgulanmış acaba diye düşünmeden edemiyorsunuz. Bu deneysel sayılabilecek girişte karakterler aynı zamanda geçmişe giderek yaşadıkları karelere de dâhil olabiliyorlar. Aşkın Halleri alışageldiğimiz romantik komedilerden biri değil özetle.
Baya, Amélie’vari yarı-saf bir karakter; her önüne gelen faşistle yatarak dünyayı daha yaşanabilir bir yer kılacağına inanıyor. Arthur ise tam tersi, sistemle uyumlu, politikadan olabildiğince uzak duran sıkıcı biri. Arthur’un kuş gribi hakkında konuşmak için katıldığı bir radyo programı vesilesiyle tanışan ikili, tam anlamıyla ayrı dünyaların insanları aslında. Ama metin öyle bir örülüyor ki filmde, aşk kaçınılmaz oluyor. Tabii bu aşk bizim bildiğimiz, yaşadığımız türden bir aşktan çok daha başka bir tanıma sahip. Baya, faşistlerle yatmaya devam ediyor; bunu peşinen kabullenmiş olan Arthur da önceden olduğu gibi hayata müdahale etmemeye…
Birçok toplumsal soruna değiniyor film; Fransa’daki Müslüman sorununa, nükleer santrallere, Fransa’nın Cezayir’de sebep olduğu ölümlere vs. Yönetmen Michel Leclers bu değinileri gayet iyi iliştirmiş filmine. Hiçbiri sırıtmıyor, yan değini olarak omurganın dışında kalmıyor.
Oyunculuklara gelince, Baya’da Sara Forestier gerçekten de göz kamaştırıcı, Arthur’da Jacques Gamblin ise sıradan bir oyun çıkarmış gözüküyor.
Amélie (Le Fabuleux destin d’Amélie Poulain, 2001) ardılı olarak nitelenebilecek Aşkın Halleri, öz olarak çok ilgi çekici, biçim olarak da olabildiğince deneysel olmaya çalışan iyi bir romantik komedi çeşitlemesi bana kalırsa. Kendini iyi hisset filmlerini sevenlere birebir gelebilir.
[ Ercan Dalkılıç ]
Çatı Katı
Loft
[xrr rating=3/5]
Yönetmen: Antoinette Beumer Senaryo: Saskia Noort, Bart De Pauw (özgün senaryo)
Oyuncular: Fedja van Huêt, Barry Atsma, Jeroen van Koningsbrugge, Gijs Naber, Chico Kenzari
Yapım: 2010, Hollanda, 108 dk.
Hollywood’u esir eden yeniden çekim furyasının Avrupa’da da yankı bulması üzücü. Bart De Pauw‘un 2008’da yönettiği ve Belçika’da gişe rekoru kıran Çatı Katı (Loft) filmi, bu kez Hollandalı kadın yönetmen Antoinette Beumer (kendisi özellikle X-Men serisinde canlandırdığı Jean Grey rolüyle meşhur aktris Famke Janssen‘in kızkardeşi) tarafından yeniden beyaz perdede. Hatta Beumer bir set kazası nedeniyle hastanelik olunca, özgün filmin yazar ve senaristi De Pauw geçici olarak direksiyonun başına bile geçmiş.
Hepsi de evli beş yakın arkadaşın eşlerini rahatça ve konfor içinde aldatabilmeleri için kullandıkları çatı katında bir kadın cesedi bulmaları, hikâyenin düğüm noktası. Bu korkunç olayı polise bildirmemelerinin doğal olarak iki sebebi var: Garsoniyerlerinin ortaya çıkmasıyla eşlerinin kendilerini terk etmesinden ve doğal şüpheli oldukları için polisin suçu üzerlerine yıkmasından korkuyorlar. Bu cinayeti nasıl örtbas edecekleri üzerinde kafa yorarken katilin kim olduğunu sorgulamayı da ihmal etmiyorlar tabii. Şüpheler güveni azaltıyor, güven azaldıkça sorular çoğalıyor ve sorular çoğaldıkça birbirlerini zannettikleri kadar iyi tanımadıklarını öğreniyorlar.
Doğal şüpheli deyince insanın aklına ister istemez Bryan Singer şaheseri Olağan Şüpheliler (The Usual Suspects, 1995) geliyor. Çatı Katı‘nın temel yapısı da söz konusu filmle örtüşüyor. Polis soruşturması sırasında geriye dönüşlerle suçun arkeolojisini yapıyor, bütün ana karakterleri birer birer şüphe sahnesinde ön sıralara çıkartıp sürpriz bir finalle sona eriyor. Bu yapı elbette ki Olağan Şüpheliler‘in icadı değil, ama temel bir referans noktası haline geldiği inkâr edilemez.
Hikâyedeki düğümü çözerken seyircinin merakını sürükleme açısından başarılı bir film var karşımızda, ama iş bu düğümü ortaya çıkaran insan ruhunu ve psikolojisini yansıtmaya gelince belli kalıpların dışına çıkamıyor. Beş karakterin aldatma nedenleri seks düşkünlüğü ve aşk gibi iki ana grupta toplanabilir, ama bu olgular sorgulanmıyor, sadece filmin gerilim yükünü taşıyabilecek kadar sağlam bir biçimde tasvir ediliyor, o kadar. Belli bir seyirci kitlesi sinema sanatı açısından bunu büyük bir zaafiyet olarak görebilir, ama ne filmin böyle bir iddiası var, ne de pek çok seyircinin böyle bir talebi. Bu açıdan bakıldığında, dedektiflik/polisiye kalıpları dışındaki “Katil Kim?” temelli hikâyeleri sevenler bu filmi belli bir keyifle seyredeceklerdir.
[ Deniz Akhan ]
Yağmuru Bile
También la lluvia
[xrr rating=3.5/5]
Yönetmen: Icíar Bollaín Senaryo: Paul Laverty
Oyuncular: Gael García Bernal, Luis Tosar
Yapım: 2010, İspanya / Fransa / Meksika, 103 dk.
Gözlerimi de al (Te doy mis ojos, 2003) ile tanıdığımız, 2007 yapımı Matahariler (Mataharis) ile yakın takibe aldığımız İspanyol kadın yönetmen Icíar Bollaín’ın 30. İstanbul Film Festival’inde de gösterilen son filmi Yağmuru Bile; Pa negre (2010), Biutiful (2010) gibi son dönem İspanyol sosyo-gerçekçi sinema örneklerinden. Genç ve hırslı yönetmen Sebastian (Gael García Bernal) ile paragöz yapımcı arkadaşı Costa (Luis Tosar)’nın Kristof Kolomb efsanesini tersten okuyan bir filmi çekme mücadelesi etrafında şekillenen film, dakikalar ilerledikçe 2000’lerin başında Bolivya’yı siyasi buhrana sürükleyen su krizini de potasına katıyor.
Bir filmin zorluklarla dolu yapım hikâyesini konu edinen filmler oldukça fazla sinema tarihinde. Bir önceki Almodovar filmi Kırık Kucaklaşmalar (Los abrazos rotos, 2009)’dan tutun da Timsah (Il Caimano, 2006)’a kadar uzanan geniş bir film listesi çıkarılabilir bu janrda. Yağmuru Bile’de çekilmeye çalışılan filmin en büyük sorunu ise yerlilerin arasından seçilen Bruno adındaki oyuncu. Bruno, aynı zamanda Cochabamba yerlilerinin su mücadelesini örgütleyen bir aktivist. Yerlilerin su kaynaklarına el koyan ve %300 gibi bir zamla satmaya hazırlanan özel şirkete, dahası işbirlikçi hükümete karşı büyük bir direnişin başını çekiyor. Bu yüzden sık sık tutuklanıyor. Filmin çekimlerini de aksatıyor haliyle. Yağmuru Bile, sık sık ‘yaku’ (Cochabamba dilinde su demekmiş) eylemlerinin ortasına bırakıveriyor bizi, mütemadiyen kullanılan belgeselvari üslup da gerçekliğin artmasına hayli yardımcı olmuş.
Yağmuru Bile, çok zekice bir dramatik kurguya sahip. Metin kurduğu alegoriyle 1492’den bu yana kolonyalizmin aynen devam ettiğini, değişen hiçbir şeyin olmadığını haykırıyor adeta. Bu arada unutmadan belirtelim filmin senaryosu Ken Loach’ın kadrolu senaristi Paul Laverty’e ait. Böylesi bir senaryo da ancak onun kaleminden çıkabilirdi zaten. Gael García Bernal’in ikinci planda kaldığı, Luis Tosar’ın ise neredeyse tek başına sürüklediği Yağmuru Bile, tarihsel bir kesiti hakkını vererek anlatan kayda değer bir politik drama, kaçırmamakta fayda var.
[ Ercan Dalkılıç ]