BİZİ TAKİP ET...

Sitede ara...

Bana öyle geliyor ki Serseriler, efsanevi The Wall albümüne ya da Alan Parker imzalı filme (ikisi de olur, hiç fark etmez!) ithafen bir 'tribute' eser olabilir.. Fakat tam yerini ve değerini, bizi o muhteşem esere hazırlayan bir 'uvertür' olarak izlendiğinde bulacaktır asıl..

Bir Film Hakkında

Duvardaki Bir Başka Tuğla: Serseriler (Neds)

Bana öyle geliyor ki Serseriler, efsanevi The Wall albümüne ya da Alan Parker imzalı filme (ikisi de olur, hiç fark etmez!) ithafen bir ‘tribute’ eser olabilir.. Fakat tam yerini ve değerini, bizi o muhteşem esere hazırlayan bir ‘uvertür’ olarak izlendiğinde bulacaktır asıl..

İskoçya, 1970’li yıllar..

Güftesi ve bestesi Pink Floyd nam musiki heyetinin kurucu babalarından Roger Waters efendiye ait olan Another Brick in The Wall adlı nihavend eserin -tam da- târif ettiği biçimde, öğretmenler ve öğrencilerin bulunduğu okullardan bir okuldayız..

Hatta ‘duvara eklenen yeni bir tuğla’dan ibaret benzeri çocukların, aynı çevreyle ve aynı ailelerle kuşatıldığı bir diyardayız bile diyebiliriz..

Numan Serteli

Bir işçi ailesinin üç çocuğundan biridir John McGill.. İlkokulu başarıyla bitiren çok akıllı ve çalışkan bir öğrenci olarak, içinde bulunduğu ‘sıradan’ ailenin göz bebeği mertebesinde olması gereken bir çocuktur kendisi..

Gelgelelim, ayyaş bir baba (Peter Mullan), sokakları kendine mekân eylemiş, manyaklığı ve gözü kara serseriliği efsaneye dönüşmüş bir ağbi (Joe Szula), âdeta hayattan silinmiş bir anne ve minik bir kız kardeşten oluşan bu aileden onun kıymetini bilmesini beklemek hayalcilik olur.. Ailesi böyleyken, okulu ve mahallesi çok mu farklıdır sanki..

Ağbi Benny’nin, adını işiteni korkuyla titreten şöhreti, mahallenin piçleri arasında belli bir dokunulmazlık sağladığı için John’ın işine yararsa da, bazen de başının belaya girmesine neden olmaktadır.. Bunun asıl kötü etkisi, ağbiden zamanında çok çekmiş öğretmen ve okul yöneticilerinin çocukcağıza karşı ön yargılı davranmalarıyla ortaya çıkar.. Bunun bir tezahürü olarak, ortaokula başlarken -hak ettiği- zeki ve çalışkanların olduğu sınıfın yerine, alt düzeydekilerin arasına konulur..

Evde, babanın çocuklar ve özellikle anne üzerinde uyguladığı şiddet ve de terör; okulda, öğretmenler tarafından -resmen ve alenen- avuç içlerine içlerine, özel kayışlarla icra edilen dayak; arkadaş ebeveynlerinden gelen -sınıf farkı nedenli- dışlanmalar; sokakları ele geçirmiş, alabildiğine vahşi bir şiddetin egemen olduğu çeteleşmeler..

Tüm okul hayatı boyunca ve aralıksız olarak, böylesine acımasız bir yaşantı cenderesinde muamele görerek, irice bir liseli kıvamına ulaşan John (Conor McCarron)’dan, vatana millete hayırlı bir genç yurttaş olmasını ummak ne denli gerçekçi olabilir ki a dostlar, sorarım size..

Her türlü olumsuz koşullara karşın, John’ın benliğinin derin bir yerlerinde gizlenmiş duran ve arada sırada yüzeye çıkan ‘okumak adam olmak ve karanlıktan çıkmak’ dürtüsü, onu umarsızca harekete geçirirse de bu hal çok kısa sürer.. Bir atımlık barut misâli bir anda parlayıp da çabucak sönümlenen umudunun ardından kahramanımız, karanlık taraftaki yerini yeniden alır..

Ona, şiddetin en kanlısını yaşatan sokaktan ya da öz babasının ağzını burnunu dahi kırdırtan ‘hastalıklı’ aile ortamından gelebilecek en ufak bir yardım ışığı yoktur.. ‘Hiç olmazsa, şu lânet okulun içinden bir cankurtaran simidi atılıverse de şu talihsiz çocuk iyice dibe batmasa’ deyu -seyirci olarak- ben yerimden çırpındım durdum ama heyhat!

Okul denen o kıyma makinesi, son bir hamleyle yeniden doğrularak, bir daha denemeye kalkışan genç çocuğumuzu öylesine dışlar ve öylesine berbat bir yere sürgüne yollar ki.. Burada lâyık görülen pespâye sınıf öğretmeniyle, birbirinden beter öğrencilerin zavallı John’a anımsattığı sadece bela ve cehennemin en dibi olur..

İnsanın İnsana Yaptığını Kimse Yapmaz

Günahkar Rahibeler (The Magdalene Sisters, 2002) ile 1960’lı yıllar İrlanda’sında -aslında dünyanın her yerinde aynen yaşandığı gibi- egemen din ile erkeklerden oluşan ‘kutsal’ koalisyonca alabildiğine ezilen kızlar üzerine acıklı bir hikâye anlatmıştı bize Peter Mullan.. Katolik kilisesine de bir güzel giydirerek tabii..

Aradan sekiz yıl geçti.. Mullan bu kez, 1970’li yılların İskoçya’sında da aynı ‘ikinci sınıf’ vaziyetlerini koruyan kızları ve kadınları biraz kenara alarak; erkek çocukların ve kanı delicesine akan ergenlerin hal-i pürmelalini gözler önüne seriyor.. Tabii ki hem yönetmen hem senarist hem de oyuncu olarak ve ‘komple sanatçı’ başarısını aynen koruyarak..

Anlattığımız gibi, hikâyenin merkezinde, çocukluktan gençliğe giden o kısa ama engebeli yolda engellenen, tökezleyen, düşen, yeniden ayağa kalkan ve yeniden çelmelenen John oğlan bulunuyor.. Çevresindeki çoğu genç gibi o da en umut dolu, en neşeli ve en üretken olması beklenen çağını, toplumun özenle hazırladığı o binlerce yıllık işkence masasında ‘sistemli’ bir eziyet görerek harcıyor, harcanıyor..

Yazının başında ‘Pink Oğlan’dan bahsetmem, ilginçlik olsun diye değil elbet.. Bana öyle geliyor ki Serseriler, efsanevi The Wall albümüne ya da Alan Parker imzalı filme (ikisi de olur, hiç fark etmez!) ithafen bir ‘tribute’ eser olabilir.. Fakat tam yerini ve değerini, bizi o muhteşem esere hazırlayan bir ‘uvertür’ olarak izlendiğinde bulacaktır asıl..

Yönetmen Mullan‘ın, John’ı canlandırmak üzere -aslında işini epeyi bi zora sokabilecek- ‘temiz yüzlü efendiden genç’ imajını, yanakları sıkılası şirinliğini dert etmeyerek, Conor McCarron‘ı kadroya dahil etmesi, takdire şayan..

Beklenenin aksine bu ‘yanlış’ seçim, karakterin zamanla olumsuza dönüşen ruh hâlini ‘yüzeysel’ bir biçimde dışa vurmasına engel oluyor ki bu kısıtlanmış etki, filmin en önemli avantajlarından biri haline geliyor ve anlatım gücünü daha da derinleştiriyor..

Öte yandan, bu ‘belirsiz’ karakter betimlemesi, yönetmenin, hikâye anlatım biçimiyle ve görüntü yönetimiyle de tamamen koşut..

Bu filme yapılabilecek en büyük itiraz, olayların ve -ana kahraman John hariç- tanımamız gereken diğer kişilerin varlığının tam olarak betimlenmeden, hızla geçiştirilmesi anlayışına yönelik olacaktır.. Klâsik hikaye anlatımına alışkın seyircinin her zaman beklediği, kahramanların ve olayların ayrıntılı tasvirine hiç de yüz vermeyen bir yöntemdir bu..

Aynı anlayışın ‘görüntü’ bağlamındaki tezahürüne, sahne gereği o an odaklanması gerekenin dışındaki bazı detayların kadraja alınmasında tanıklık ediyoruz..

Şöyle söylemek de mümkün: Serseriler -tamamen- odaklandığı olaylardan yola çıkarak kahramanlarına varmaya çalışan bir film..

Finalde verilen mesaj, filmin de, hatta hayatın da ana fikridir ve çok açıktır: İnsanın insana yaptığını hiçbir yaratık yapmaz, en vahşisinden bir hayvan bile..

Son tahlilde ve her şeyin ötesinde- Ken Loach ve Mike Leigh misâli, ‘Güzel Britanyalı’ familyasından olan Peter Mullan için, ‘keşke daha sık ve daha çok film yönetse’ dileğini havaya savuruyor; Serseriler‘in, hem biçim hem de içerik olarak, yılın en sağlam filmlerinden biri olduğunu -nâçizane- söyleme gereği duyuruyorum..

Serseriler
Neds

[xrr rating=4/5]
Yönetmen: Peter Mullan

Senaryo: Peter Mullan

Oyuncular: Conor McCarron, Peter Mullan, Joe Szula, Greg Forrest

Yapım: 2010, İngiltere / Fransa / İtalya, 124 dk.

İlginizi çekebilir...

Basın Bülteni

“Herkes için Adalet” ilkesiyle 14. kez sinemaseverlerle buluşacak olan Uluslararası Suç ve Ceza Film Festivali, Cemal Reşit Rey Konser Salonu’nda düzenlenen, Pınar Altuğ Atacan...

Advertisement

tersninja.com (2008-2022)

  • Bizi takip et