Geçtiğimiz günlerde Az adını taşıyan yedinci romanı yayımlanan Hakan Günday ile bu söyleşiyi Kasım 2003’te yapmıştım. Piç daha yeni yayımlanmış ve ben bir çırpıda okuduğum romana tam anlamıyla çarpılmıştım. Hakan Günday’ın değerinin bir gün anlaşılacağına o zamandan adım gibi emindim. Haklı çıktım. Günday bugün çok daha fazla tanınıyor, kitapları çok daha fazla satıyor.
Hakan Günday’ın 3. romanı “Piç” çarpıcı, özgün ve kışkırtıcı bir öykü anlatmaktan fazlasını yapıyor ve Türk Edebiyatı’nda yeni bir dönemin başladığını tescil ediyor.
“Bütün karakterlerim ‘hiç’in peşinde koşarlar ama ‘hiç’in ne olduğunu bilmezler. ‘Hiç’i aramanız için ‘her şey’den nefret etmeniz şarttır.”
Hakan Günday bugüne kadar okuruna ulaşmış üç kitabı için böyle diyor. Övgülerle taçlandırılan Kinyas ve Kayra, pekçok kimsenin geçen senenin en iyi romanı olarak gördüğü Zargana‘dan sonra yeni çıkan Piç adlı kitabında da alışılmışın dışında bir hikaye anlatıyor Günday. Yeteneklerine, bilgilerine, zekalarına, ailelerine, kısaca sahip oldukları her şeye ihanet eden dört gencin hikayesi bu.
Hakan Günday kitapları söz konusu olduğunda anahtar kelime nihilizm. Anarşist, punk, varoluşçu ve underground onun kitaplarını tanımlarken başvurulabilenecek kelimeler. Şiddete, cinselliğe yer vermekten kaçınmayan; hayatımızın en ücra köşelerine sızmış popüler kültürü ve onun görmezden gelinen unsurlarını klişelere ve edebi kaygılara tercih eden Hakan Günday, Tarantino’nun Amerikan sinemasında, Bret Easton Ellis, Chuck Palahniuk‘un Amerikan Edebiyatı’nda gerçekleştirdikleri “vizyon genişlemesini” Türk Edebiyatı’na taşıyacak gibi gözüküyor. Oysa Genç yazar sorularımıza verdiği yanıtlarla genç yaşına rağmen dünyevi hırslarından arınmış bir “bilge” görünümü sergiliyor. “Çok satmak, çok okunmak hiç derdim değil” diyor.
Türk edebiyatında alışık olmadığımız bir tarz ve söyleminiz var. Hangi kaynaklardan beslenerek geliştirdiniz kendinizi?
Kendimi geliştirmek adına erişebildiğim her araca ilgiyle yaklaştım. Rıfat Ilgaz‘ı da çok sevdim ama Kozinski ve Camus‘yu da … Yahya Kemal Beyatlı‘yı da çok sevdim. Hepsini sevrnemin farklı nedenleri vardı. Bir süre sonra anlıyorsunuz ki hepsinden ister istemez bir şeyler almışsınız. Mühim olan aldıklarınızı bir araya getirmek. Beyatlı, Piçler gibi bir kitabın başında kendisinden alıntı yapılacağını eminim hiç tahmin etmezdi. Hatta kızardı yaşasaydı. Ama ben onun beyitini çok uygun buldum.
Yakın zamana kadar sizin yazdığınız türdeki şeyler edebiyat eseri muamelesi görmüyordu. Şimdi işler biraz değişti. Yeni bir dönemin başlangıcı mı bu?
Her sanat dalında bazı çerçeveler vardır. Bu çerçeveleri kırarsanız cam da gider. Refleks sonucu bir tutuculuğun olması doğaldır. Çerçeveyi kırmadan genişletilebilirsiniz ve siz de içine dahil olursunuz. Çünkü sanatın kendi içinde vardır bu; büyüme ve gelişme. Zaman geçer ve bu tarz romanlar kabul görür. On sene sonra bir çocuk çıkar, onun yazdıklarından ben bir tek kelime anlamayabilirim mesela. Çünkü o çocukla beraber büyümemişimdir, onun sıkıntılarını çekmemişimdir. O zaman kalemimi bir kenara koyar, o çocuğu anlamaya çalışınm. Sınırsız bir iş edebiyat. Aklın sınınyla çevrelenmiş. Onun da sınırını daha göremediğimize göre…
Kadınların ilgisine mazhar olması zor gözüküyor yazdıklarınızın. Türkiye’de ‘çok satan” olmanın birinci kuralı kadınlara ulaşmak oysa ki…
Kadınların ilgisini çekmek için başka hikayeler anlatmak gerekiyor. Onların gördükleri, yaşadıkları veyahut imrendikleri hayatları konu etmek gerekiyor. Benim anlattığım hikayeler onların belki de hiç akıllarına gelmeyen, onları ilgilendirmeyen hikayeler. Onları ilgilendiren bir rahatsızlık değil, başka bir rahatsızlık benim yazdığım. Doğaldır benim kitaplarımı çok okumamaları bu anlamda. Tuna’nın (Kiremitçi) yazdıkları elbette daha çok okunacaktır. Öyle olmasaydı zaten “bu işte bir yanlışlık var” derdim.
En iyisi hangi kitabınız?
Hepsini aynı şekilde değerlendirmenin imkanı yok. Her kitabı yazan ayrı bir Hakan’dı. 2000 yılındaki Hakan’dı, 2002’deki Hakan’dı. Benimle birlikte ro¬manlar da değişiyor. Bana sorarsanız, en sonuncusu en iyisidir.
Kimi Kinyas ve Kayra’yı, kimiyse Zargana’yı en iyi romanınız olarak görüyor ...
Kinyas ve Kayra daha hoyratça ve pervasızca yazıldığı için bir çığlığa benzer. Bazı insanlar çığlıktan rahatsız olmazlar, aksine beğenirler. Zargana ise daha çok bir fısıltıya benzer. Duymak için kulağı yaklaştırmak, çaba göstermek gerekir. Zargana’da yapmaya çalıştığım şey şuydu. Kinyas ve Kayra’yı tekrardan elime alıp okuduğumda bir sürü gereksiz cümle gördüm. Çok kızdım. “Hepsi israf” dedim. Derhal bir roman yazmalıyım ve en az cümleyle anlatmalıyım hikayemi. Minimal değil de, asgari roman diyelim. Kinyas ve Kayra bir boşluk bırakmıyordu kurgusunda, bütün cümleler birbirini tamamlıyordu. Ama Zargana’da cümleler arası boşlukları okurun tamamlaması gerekiyor. Bu da başka bir okuma ve okur profili gerektiriyordu. Sonradan Zargana’yı okuduğumda “Ne kadar gereksiz bir işle uğraşmşım” dedim. Hala iyi bir roman olduğuu düşünüyorum ama “bu teknik ayrıntıya niye bu kadar takılıp, kendimi kısıtlamışım” dedim açıkçası.
Piç dört kaybedenin öyküsünü anlatıyor diyebilir miyiz?
Ama bunlar gönüllü kaybedenler. Kaybedişlerinin her saniyesi bilinçli. Bu adamlar “Acımadı ki” diye diye ölürler. “Şartlar böyleydi de hayatım kaydı” demezler, hayatlarını isteyerek kaydırmıs olmalarıyla gururlanırlar. Kendilerine ihanet ederler, tecavüz ederler. Sahip oldukları her şeyi yavaş yavaş yok etmeye programlanmış gibidirler. Paralarını, bilgilerini, zekalarını, yeteneklerini, fırsatlarını sürekli harcarlar.
Şiddet öne çıkan bir unsurdu önceki kitaplarınızda. Piç’te sanki ortalık biraz durulmuş gibi …
Kinyas ve Kayra’da litrelerce kan akar Ama kimse kimseyi vurmasa da Piç bana göre en şiddetli romanım. En uzun süren intiharı anlatan bir roman. Bir şey çabuk olunca acısız olur. Ama uzun sürerse acılı olur. Bir insanın kendine vereceği en büyük ceza hayatı sevrneden yaşayarak intihar etmektir.
Muhafazakar bir edebiyat ortamında şiddeti bu kadar rahat kullanabilmenizin sırrı ne?
Bu işten para kazanmayı düşünmüyorum çünkü. Para kazanırsam benim için sürpriz olur açıkçası. Kitaplarımı kaç kişi okuyacak hiç umurumda değil. Ben son noktayı koyduğumdan itibaren, kitapla ilgili düşünmeyi bırakıyorum zaten. “Film olsun, diğer dillere çevrilsin” gibi heyecanlar duymuyorum hiç.
Kitaplarınız sürpriz sonlarla bitiyor hep…
Sonlarla ilgili yapmaya çalıştığım bir şey var. Bir hikayenin sonunun kitabın son sayfasında ortaya çıkması önemli benim için. Neticede roman yazmak biraz da fikir cimnastiğidir. Bunu da mümkünmertebe zekice yapmak kitabı daha keyifli okunur hale getiriyor.
Kitabın son sayfasına saldıracak sabırısız okurlar ne olacak peki?
Hiçbir şey anlamazlar, ayrıca son sayfasını yırtıp geri kalanını okusalar da romandan aynı keyfi alırlar.