Herkes nefeslerini tutmuştu. Bu değil asrın, tüm zamanların en büyük buluşmasıydı. Çevresi özel olarak düzenlenmiş olduğu anlaşılan alana doğru alçalmaya başlayan, devasa uzay aracı, kim bilir ne kadar uzaklardan geliyordu bu buluşma için. Top şeklinde, ışıldaklı bir oyuncağı andıran araç alana indiğinde, zemine yakın kısmında bir kapı açıldı. Buradan öyle güçlü bir ışık yayıldı ki, büyük heyecanla orada bekleşen insanlar simsiyah gözlüklerini takmak zorunda kaldılar. Artık, uzaylıların açık kapıdan dışarı çıkmaları ve buluşmanın gerçekleşmesi an meselesiydi.
“Yemek hazır! Sofraya..!”
“Filmin en heyecanlı yeri, anne!”
“Sonra devam edersin filmine. Hadi, kapa şu videoyu.”
“Öööffff!”
Genç delikanlı istemeye istemeye videoyu kapadı, söylenerek mutfağa doğru yöneldi.
“Söylenmeyi bırak. Hem zaten defalarca seyrettin o filmi!”
Kadın bir yandan yemekleri koyuyor, bir yandan da söylenmeye devam ediyordu.
“Eşşek kadar oldun, ama aklın hala havada. Bu saçmalıkları bırakıp işe yarar bir şeylerle ilgilensen nasıl olur?”
“Ne gibi?” diye sordu ama, alacağı yanıtı zaten çok iyi tahmin edebiliyordu. Annesi onu bir kez daha yanıltmadı.
“Ders gibi.”
Yemekten sonra, filmi bitirmektense, dışarı çıkıp biraz dolaşmaya karar verdi. Annesinin dediği gibi, bu filmi daha önce defalarca -belki yedi kez- seyretmişti. Filmin nasıl biteceğini gayet iyi, hatta karesi karesine biliyordu.
Dışarıda kaçırılmayacak kadar güzel bir hava vardı. Böyle gecelerde, gökyüzünün görüntüsü de muhteşem olurdu. Bulutların sıkıcı perdelemesinden kurtulan Ay ve yıldızlar sevinçlerini belli etmek istermişçesine ışıl ışıl parıldarlardı.
Dışarı çıktığında, önce temiz havayı şöyle bir içine çekti. Karmaşa ve kargaşa dolu pis şehirde değil de, bir çiftlik evinde yaşadığı için şanslı olduğunu düşündü.
Evden birkaç yüz metre uzaklaşınca, kendini çimlerin üstüne sırt üstü bıraktı. Ellerini ve ayaklarını açabildiği kadar yanlara açtı, yıldızları seyretmeye koyuldu. Hayal kurmaya başlamıştı bile.
Bu yıldızların hangilerinde hayat vardı acaba? Şuradakinde? Yoksa şu en parlak olanında mı? Belki de şu tam üstündekinde… Peki ya, bu yıldızların sakinleri filmde olduğu gibi, insanlarla buluşmaya gelecekler miydi? Tabi bunun için uzay teknolojisinde bizden çok ileri olmaları gerekiyordu. Eğer bu ziyaret gerçekleşirse onların neye benzediklerini de öğrenilebilirdi. En çok merak ettiği buydu işte. Neye benziyorlardı?
Uçan daireleri, hatta içindeki uzaylıları gördüğünü iddia eden insanlarla ilgili bir sürü şey okumuştu. Ama kendi gözüyle görmedikten sonra, okudukları bir söylenceden öteye gidemezdi ne yazık ki.
“Niye benim başıma böyle olağanüstü şeyler gelmez bilmem,” diye yüksek sesle hayıflandı.
Sonra yine neye benzediklerini düşünmeye başladı. Kaç gözleri, kaç kolları, kaç kafaları ya da ne bileyim, kaç kalpleri vardı. İnsanlardan ne kadar farklı olabilirlerdi. Dost canlısı mı yoksa vahşi birer barbar mıydılar? Bugüne kadar, sadece okuduğu kitaplarda, seyrettiği filmlerde rastladığı uzaylı karakterleri hatırlamaya çalıştı. Her yazar, uzaylıları, kendine göre betimlediğinden, bu karakterler arasında dağlar kadar fark vardı..
Düşünmekten sıkıldığında, yattığı yerden biraz doğrulur gibi oldu. Dirseklerini destek alarak, oturmayla yatma arası bir duruma geçti. Kafasını çevirip evine baktı. Işıkların hala yandığına bakılırsa, annesi daha yatmamıştı. Kafasını, tam aksi yöne çevirdiğinde ise, gördüğü şey karşısında dona kaldı. Yattığı yerden elli, altmış metre kadar ileride, yerden birkaç metre yüksekte, bir uçan daire öylece duruyordu.
Ne zaman gelmişti oraya? Motor sesi falan duymamıştı. Bu kadar sessiz hareket edebilen bir araç, çok ileri bir teknolojinin ürünü olmalıydı. Belki epey zamandır oradaydı ama karanlıkta fark edememişti. Yine gözünden kaçabilirdi aslında… Eğer üstünde yükselen o periskop benzeri uzantısının ucunda yanan parlak ışık olmasaydı!
Peki, şimdi ne yapmalıydı?
DÜŞÜN…
DÜŞÜN…
DÜŞÜN…
Sonunda iki seçeneği olduğuna karar verdi; arkasına bile bakmadan eve doğru koşmak, ya da uçan dairenin içindekilerle iletişim kurmaya çalışmak…
Kararını çabuk verdi. Cesaretini topladı, uçan daireye doğru ilerlemeye başladı. Hayatı boyunca bu anın hayalini kurmuştu, şimdi bu fırsatı geri tepemezdi. Buluşma gerçekleşecekti.
Uçan daireye yaklaşırken, kalp atışları ve nefes alışları iyice hızlanmıştı. Terlemeye başladı. Midesinden göğsüne doğru sanki hava kabarcıkları yükseliyordu. Her adım atışında, heyecanı biraz daha artıyordu. Alnından hızla gözlerine doğru hücum eden terleri kolunun tersiyle sildi. Aralarında dört beş metre kadar mesafe kalıncaya kadar yürüdü, sonra durdu.
Bekledi.
Üst üste konmuş iki araba büyüklüğündeki araçtan bir hareket gelmedi.
Bekledi.
Birazdan onları – ya da “onu”, çünkü bu araç tek kişilik de olabilirdi, oldukça ufaktı – görebilecekti.
Bekledi…
Bekledi…
Bekledi…
Kendini vatandaşlık bilgisi dersindeymiş gibi hissetti. Bazen kısacık saniyelerin, insana neden dakikalarca uzunluktaymış gibi geldiklerini merak etti bir an. Zaman göreceli bir kavramdı kesinlikle. Ancak zamanın özgür algılanışı anarşiye yol açardı. Zaman zorunlu olarak zapturapt altına alınmıştı bu yüzden. Saatler de bu diktatoryanın sembolü ve kutsal kitabıydı.
Heyacandan saçmalamaya başladığını fark etti. Beklemek sinirlerini iyice germişti. Görünüşe bakılırsa bu kapkara şeyin ne kapısının açılacağı vardı ne de ışığın içinden ET’lerin çıkacağı. Herhalde kendisinin orada olduğunun farkında değildiler. Uçan daireye iyice yaklaştı, artık elini uzatsa, pürüzsüz ve simsiyah yüzeyinde herhangi bir girinti, çıkıntı ya da işaret olmayan bu araca dokunabilecekti. Araçta hala bir hareket yoktu.
Medeni bir insan gibi davranmaya karar verdi, kibarca kapıyı, daha doğrusu aracın kapısının olabileceği bir kısmı, tıklatacaktı. Elini kaldırdı. El araca doğru yaklaşmaya başladı; ve ansızın durdu. Bunu yapmalı mıydı acaba, ya barışçı yaratıklar değillerse, ya bu aracın içindeki uzaylı yaratıklar düşmanca amaçlarla dünyaya geldilerse..? Ya da insan fizyolojisini incelemek için falan geldiyseler ve tek dertleri laboratuarlarında kesip biçecekleri bir dünyalı bulmaksa..!
Ama bu olamazdı. Olamazdı tabii. Böyle modern bir uzay aracını yapabilen bir toplum uygar olmalıydı. Havadaki el bir kez daha araca doğru yaklaşmaya başladı.
Çocuğun eli daha araca değmeden, değmesine belki bir santim kaldığında aracın o kısmında bir yarık açıldı. Her şey bir saniye içinde olup bitti. Ama bu kısacık saniye, genç çocuğun, parlak zekasıyla her şeyi kavramasına yetmişti.
Açılan yarığın bir kapı olması mümkün değildi, zira hiçbir kapının kenarlarında böyle keskin ve sivri dişler, ve hiçbir kapının ardında böyle büyük bir dil olmazdı. Bu içinden, en güçlü mideleri bile ayağa kaldırabilecek leş gibi bir kokunun geldiği bir ağızdı. Uzak bir yıldızdan, taze etle beslenmek için dünyamızı ziyaret eden bir yaratığın insan dolu midesine açılan bir ağız…