Ekonomik bir program gibi görünmekle birlikte, Avrupa’da yarattığı sosyal ve siyasal etkinin büyük olduğu ve sinemasal karşılığı da bulunan Marshall Planı, ilk olarak 5 Haziran 1947 tarihinde gündeme gelmişti.
Ekonomik bir program gibi görünmekle birlikte, Avrupa’da yarattığı sosyal ve siyasal etkinin büyük olduğu ve sinemasal karşılığı da bulunan Marshall Planı, ilk olarak 5 Haziran 1947 tarihinde gündeme gelmişti.
II. Dünya Savaşı’nın bitişinin ardından işe zafer ve özgürlük şarkılarını susturarak başlayan düşman kardeşler ABD ve SSCB, “tak sepeti koluna / herkes kendi yoluna!” tekerlemesiyle evlerinin yolunu tutmuşlardı. Hitler’in bertaraf edilmesini ve Eski Kıta’nın haritada yeniden şekillendirilmesini izleyen günler, suların bir anda durulmayacağını gözler önüne serecekti. Bu noktada; Sovyetler Birliği’nin “sosyalizm”, “eşitlik” ve “haklar” ekseninde geliştirdiği yeni söyleminin pek çok azgelişmiş ülkede yankı bulacak gibi görünmesi, Amerikan yönetiminin yeni politikalar üretmesini kaçınılmaz kılıyordu.
Öncelikle Yunanistan’da karşılaşılabilecek bir komünist iktidar endişesi, 1947 Mart’ının ortalarında, Başkan Truman’ı tarihi bir konuşma yapmaya itti: “İnancıma göre Birleşik Amerika, silahlı bir azınlığa ya da dışarıdan gelen bir saldırıya boyun eğmeye karşı çıkan özgür halklara destek olmalıdır.”
Peki nasıl olacaktı bu? Yanıtı, bir kaç ay sonra, savaş döneminin Personel Şefi ve Truman’ın Dışişleri Bakanı General George Catlett Marshall verecekti:
“Dünyanın bir çok ülkesinde durum nazik… İstikrarsızlık yaygınlaştı ve bugüne kadar bildiğimiz Avrupa’nın çehresini, özgür uygarlığın çıkarlarına ters düşme pahasına değiştirmeye yönelik planlar var! Bu yüzden, savaş yorgunu ve savunmasız ülkelere ekonomik bir yardım paketi sunmak, ideolojik bir zorunluluk haline gelmiştir!”
İdeoloji ve “yardım” kelimelerinin aynı cümlede kullanıldığı bu tarihi konuşma, pek çok tarihçiye göre, Soğuk Savaş’ın başlama vuruşu anlamına geliyordu.
Ya sonra? Aralarında Türkiye’nin de bulunduğu sayıları bir düzineyi aşan ülke, ABD’nin karşılıksız yardımları ile özgür kalmanın tadını çıkaracak ve bağımsız bir ülke olmanın onurunu yaşayacaklardı (!).
Tartışmalı olgunun yedinci sanatın gündemine gelmesi fazla uzun sürmedi. 1953 yılında, çağdaş İspanyol sinemasına giden yolu hazırlayan iki önemli sanatçı; yönetmen Luis Garcia Berlanga ve senarist (sonradan Bir Bisikletlinin Ölümü [Muerte de un ciclista, 1955]adlı başyapıta yönetmen olarak imza atacak olan) Juan Antonio Bardem, konuyu Hoşgeldiniz Bay Marshall (Bienvenido Mister Marshall) adıyla beyazperdeye taşıdılar.
Film, yardım planı çerçevesinde İspanya’da bulunan Amerikalı temsilcilerin bölgede olduğunu haber alan ücra bir köyün insanlarını konu alıyordu. Adamların kendi köylerine de uğrayabilecekleri sinyalinin ardından büyük bir hazırlığa girişen kahramanlarımız (bizdeki Selamsız Bandosu‘nu aratmayacak biçimde!), yoksulluğun diz boyu olduğu İspanya kırsalında, Amerikan yardımına kavuşacak olmanın hayaliyle komik olaylara imza atacaklardı.
Trajikomik finaliyle sinema tarihinde kendisine anlamlı bir yer edinen film, dönemin geri kalmış ülkeleri adına model oluşturan Yeni Gerçekçilik akımı ile klasik İspanyol güldürüsünü başarıyla harmanlıyordu.
Sözün kısası, bütün bunları yeniden hatırlamak, hele ki 50’li yıllarla birlikte rotasını bambaşka bir yöne doğru çeviren Türkiye’nin yakın tarihini bir kez daha gözden geçirmek, günümüzü algılamak adına hayati bir önem taşıyor. İlkokul öğrencilerine süt desteğinin çocuk felci olarak geri döndüğü, karşılıksız kalkınma planlarının uçak üretme hayallerimizi tuzla buz ettiği, her mahallede “Küçük Amerika” yaratma düşlerinin Köy Enstitüleri’nin yıkımına yol açtığı günleri anımsamak ve “devletin bekası adına” işlenen cinayetlerden oluşan kalın bir Darbeler Tarihi’ne sahip olduğumuzu unutmamak, sanırım Marshall’a yeniden el açmak durumunda olan Ortadoğu’da işlerin yoluna girmesinin güzel ama içi boş bir hayal olduğunu anlamaya yetecektir.