İstanbul Modern Sinema, Fransız senarist ve yönetmen Olivier Assayas‘nın altı adet filmini, 5-15 Mayıs tarihleri arasında gösterir de ben durur muyum.. Normal şartlar altında, elbette dururum.. Yine duruyordum aslında ama zaman zaman olduğu gibi kafamda peyda olan işkillendirici merak duygusuna, bu haftaki yazıma konu olacak hiç bir verinin elimde olmaması da eklenince, soluğu müzeye çıkan merdivenlerde aldım..
Yâni demek istediğim, Assayas ismini görüp de, ‘vay be! en sevdiğim yönetmenin filmleri ayağıma kadar gelmiş, aman kaçırmayayım’ durumunda değildim.. Zira, çok da tanıdığımı iddia edemeyeceğim bu yönetmenin -yine de- bende oluşmuş imajı pek de parlak değildi.. DVD’den mi yoksa arada sırada davet edildiğim Cannes Film Festivali’nde mi izlemiştim şimdi tam olarak hatırlamıyorum ama Demonlover adlı filmi olmalıydı, bendeki bu olumsuz izlenimin kaynağı..
Neyse ki şimdi görmeyi kararlaştırdığım iki filmin biri de buydu.. Böylece daha iyi ve kesin olarak anlayacaktım, olumsuzluk benden mi, yoksa bay Assayas‘ın çektiği filmden mi kaynaklanıyormuş?
Her zaman olduğu gibi, müze girişinin alt basamaklarını çıkarken hemen sağımdan gözüme takılan, perîşan vaziyetteki Nusretiye Saat Kulesi’ne -içim yanarak-; bir kaç basamak sonra da tüm heybetiyle gözümü dolduran Galata Kulesi’ne -şükrederek- baktım.. Ve kendimi müzeden içeri attım..
Demonlover : Şirketime Dokun Stilime Dokunma
Evet.. Yeniden gördüm ve artık bu film hakkındaki kesin kararımı verdim: “Yapmak istediğini az çok anladım ama neticede bir ‘olmamış film’ bu bana ikinci kez izlettiğin, Mösyö Assayas.”
2002 yılına ait filmin konusuna şöyle bir bakalım: Japonların belki de en güzel ihraç mallarından olan manga, anime ve hatta hentai üretiminin önemli bir şirketi olan TokyoAnime’nin, 3-D teknolojisini geliştirmek için dış finansmana ihtiyacı vardır.. Dünyada da çok tutulan bu ürünlerin, ABD ve Avrupa dağıtımını ele geçirmek isteyen şirketler elbette çalışmalarına çoktan başlamışlardır bile.. Önce bir Fransız şirket, Japonya’da yaptığı anlaşmalarla işi almış gibi görünürse de, devreye giren ve daha güçlü olduğu anlaşılan Amerikalılar da bu konuda iddialıdır..
İşin içine, yasa dışı ‘Hell Fire Club’ gibi, gerçek işkence görüntülerini İnternet’e servis eden sitelerin de karıştığı bir ticari savaştır başlar.. Bu çıkar mücadelesinin, özellikle yönetim kadrosuna sokulan dişi köstebeklerle, hiç de etik durmayan, ama acımasız iş dünyası şartlarında mübah görülen bir takım gelişmeleri tetiklemesi hiç de sürpriz olmamalı..
Filminin senaryosu da kendine ait olan Assayas, bir ‘şirket savaşı’ gibi aslında çok da basit bir hikâyeyi yazdıktan sonra -belli ki- epeyi düşünmüş.. Nasıl allayıp pullayıp da bu öyküyü sadelikten kurtarır, olay örgüsünü nasıl girift hâle getirir de seyircinin aklını başından alırım diyerek, kafa patlatmış.. “Eee.. Kolay mı öyle koskoca Fransız ‘auteur’ bir sinemacının filmini izlemek?” biçiminde düşünmüş de olabilir.. Bilemiyorum..
Lâkin bildiğim demiyeyim ama tahmin ettiğim bir şey var ki abartının, genel tarz olarak seçildiğine emin olduğum Demonlover‘ın, kurgusu da âdeta ‘rastgele’ yöntemiyle yapılmış gibiydi.. Yönetmenin, filmin takibini oldukça zorlaştıran bu aksak akışı, daha ‘sanatsal’ olmak için tercih ettiğini söylemek mümkün.. Bu şekilde ortaya çıkan sonucun -genel olarak ilginç- fakat, derdini tam olarak anlatamayan, zorlama diyaloglarla da insanı iyice ‘bunaltan’ bir hâli var.. Bu arada yönetmenin, Amerikanvâri gerilim sinemasına ve hatta David Cronenberg üslubuna öykündüğü de açıkça hissediliyor..
Olan bitenleri, benzeri anime görüntüleriyle çakıştırma çabalarının, yakın plân ve kocaman grenli fotografların, ultra hızlı sahne geçişlerinin, kamerayı sallamanın binbir varyasyonlarının, rengârenk neon yansımaları ve ışık patlamalarının filmi zaman zaman ‘baş döndürücü’ bir hâle getirdiğini söylemeliyim.. Lâkin son tahlilde görünen o ki bu film, belki de işin başında bir ‘B filmi’ yapmaya soyunan Assayas’ın, alabildiğine abartılı ‘stil olma’ çabalarına takılarak tökezliyor..
Öte yandan, Sonic Youth müzikleri bir harika, lâkin, şimdiye kadar hangi soundtrack, komple bir filmi kurtarabilmiş ki? 5/10
L’heure d’été / Yaz Saati : Ölüm Vâki Sanat Bâki
Olivier Assayas‘ın bu son uzun metrajlı filminin daha hemen başında, ‘tam da İstanbul Film Festivali’ne lâyık bir filmmiş ki bu’ diye -içimden- geçirdiğimi; daha sonra, 2009 yılında İstanbul’da yarıştığını öğrenince de hiç şaşırmadığımı söylemem sizin ne kadar ilginizi çekecektir bilemem.. Lâkin ben yine de duramam.. Yönetmene hitaben, söylenmekten de geri kalamam: “Senin çekmen gereken filmler işte buna benzer türden şeyler olmalı Olivier’ciğim.. Lütfen zorlama kendini.. Silvuple!”
Yetmiş yaşını idrak eden Hélène, ülkenin ünlü bir ressamı olan sevgili ve rahmetli dayısından geriye kalan değerli tablolar, antika eşyalarla dolu, kocaman bahçeli -sayfiye tadındaki- evde, emektar hizmetçisiyle oturmaktadır..
Üç çocuğundan biri Fransa’da, biri Amerika’da, diğeri de Çin’de ikâmet eden yaşlı kadının artık tek mutlu olduğu anlar -yılda bir iki kere bu evde gerçekleşen- çocukları ve torunlarıyla bir araya geldiği aile buluşmalarıdır..
Yine böyle bir buluşma gerçekleşmiş ve -ikisi erkek biri kadın- üç kardeş, anneleriyle bir araya gelmişlerdir.. Büyük hayranı olduğu- ressam dayısının mirasının titiz bekçisi olan Hélène, kendi de öldüğünde geride ‘savunmasız’ kalacak bu eserleri bekleyen kötü akıbetten -neredeyse- emindir.. Üç kardeşin içinde bu işlere en duyarlı olan büyük oğluna, gerekli talimatları tekrar tekrar vermekten geri durmaz..
Ve gün biter, çocuklar gider, Hélène yorgundur ve ziyâdesiyle umutsuz..
Üç kardeş, bir süre sonra ölen annelerinin cenazesini kaldırmak, geride kalan mirası korumak ya da satarak paylaşmak üzere, çocukluklarını yaşadıkları bu evde yeniden buluşmuşlardır.. Annesine söz vermiş büyük oğlanın ‘gevşek’ direnişine karşın, bu evden gelecekte hiçbir şekilde yararlanamayacaklarını hesaplayan diğer iki kardeşin ortak önerisiyle, evin ve eşyaların elden çıkarılması kesinleşmiştir..
Bugünkü konuğumuz olan Olivier Assayas‘ın 2008 yılında çektiği Yaz Saati -her hâliyle- Demonlover‘ın tam karşısında bir yerde duruyor.. Deneysellikten tamamen uzak, kurgusal numaralara hiç girişmeyen, sade bir sinema dili olan film -değindiği konu itibarıyla, sanki öyle olacak beklentisi verdiği halde- duygusallığa da meyletmiyor.. Hatta, bazı çatışmalı durumlar yaratarak, anlattığı hikayeye heyecan katmanın gayet normal karşılanacağı müdahalelerden kaçındığı da hissedilen yönetmenin, filmini bir belgesel soğukluğuna taşıdığı bile söylenebilir.. Üstelik kamera, Orsay Müzesi’ne de girerek dolaşmaya başlayınca, filmin iyice belgesele bağladığı bile görülür..
Aynı konuyu işleyecek bir Hollywood filmi -misâl- anneden kalma büyük mirasın akıbeti hususunda kardeşler arasında oluşacak gerilimi öyle bir işlerdi ki olay, en azından karakolda biterdi.. Bu daha iyi ya da daha kötü olurdu demek istemiyor ve yönetmenin bu sâkin ve ‘doğal’ anlatım tercihine elbette saygı duyuyorum..
Oyunculuklar genel olarak başarılıydı.. Lâkin, asil duruşuyla, konuşmalarıyla ve geçmişindeki güzel günleri bugüne de taşıyan varlığıyla, filmin ilk yarısına damgasını vuran kişi, anne Hélène rolündeki Edith Scob oldu.. O öteki tarafa gittikten sonra, film de çok şey kaybetti zaten.. Öyle ki onun ölümüne ‘vefasız’ çocuklarından çok ben üzüldüm desem yeridir valla..
Son olarak diyeceğim şudur: Vasatı aşamayan bir sinemasal kaliteye sahip L’heure d’été‘den -resmen- ‘ Assayas‘ın En İyi Filmi’ olarak bahsedildiğine göre, yönetmenin geleceğinden bile pek umutlu olamıyorum.. Yine de kısmet.. Bekleyelim bakalım.. 6/10