Uzun kuleleri birkaç fersah öteden görülebilen kentin dev kapılarından içeri girerken başıma gelecekler hakkında hiçbir fikrim yoktu. Kötü talih bana geceyi uçsuz bucaksız çölün ortasında yükselen ne idüğü belirsiz bu kentte geçirmekten başka bir seçenek bırakmamıştı. Atım yorgunluğa, sıcağa, açlığa ve susuzluğa daha fazla dayanamayıp ölünce, yol arkadaşımın beni yalnız bıraktığı yer ile kent arasındaki bir günlük mesafeyi yürüyerek katetmek zorunda kalmıştım. Bu berbat şartlara rağmen iradem pes etmiyordu, hala ayaktaydım belki ama, irademe göre daha isyankâr olan bedenim o kendine has zalim üslubuyla halinden hiç memnun olmadığını hatırlatıp duruyordu bana. Ben Darek, bu isyanı bastırmalıydım.
İsmini hiçbir zaman öğrenemediğim bu uğursuz yerin dolunay sayesinde nispeten aydınlanmış ıssız geniş sokaklarında yürürken, tek hayalim susuzluğumu ve açlığımı giderebileceğim, yorgunluğumu üstümden atabileceğim bir han bulabilmekti. Arayış fazla uzun sürmedi. Ne kadar yabancı, ne kadar lanetli olursa olsun bir kentte her zaman en kolay bulunan mekandı hanlar.
Kapısını açıp, içeri adımımı atar atmaz burnuma keskin bir koku geldi. Şarap ve kadın kokusuydu bu. Koku gibi manzara da aşinaydı. Sıradan bir handı burası. Gözü sarhoş heriflerin para dolu keselerinden başka bir şey görmeyen aşüfteler, adam öldürmek ve hırsızlık yapmaktan başka hünerleri olmayan çapulcu kılıklı paralı askerler onların oralarını buralarını sıkarken şuh kahkahalar atıyor, içki su gibi değil, neredeyse hava gibi tüketiliyordu. Eğlencenin merkezinde azgın tezahüratlar eşliğinde bilek güreşi tutulan bir masa vardı. O curcunada kıyıda köşede kalmış boş bir masa ilişti gözüme. Fütursuz bir eğlencenin sürdüğü masaların arasından yolumu bulup, yavaş yavaş müstakbel masama doğru ilerledim.
Her ne kadar çoğunluğun dikkatini çekmesem de, birkaç yolkesenle boğazkesen tabureme çökene kadar beni süzmüş, dişlerine göre bir keklik olup olmadığımı tartmaya çalışmışlardı. Kararlarını çabuk vermişlerdi. Benle hiç ilgilenmediklerine ve kendilerine yakışır seviyedeki eğlencelerine devam ettiklerine bakılırsa, benim gibi iri bir yabancıya bulaşmama fikri onlara daha cazip gelmişti. Belki de en dikkatsiz bir gözün bile kolaylıkla fark edebileceği eski savaş yaralarım caydırmıştı onları. Ne kadar sarhoş olurlarsa olsunlar, giysilerimin bu yaralardan çok daha fazlasını da örttüğünü ve bu yaraların dövüşlerden canlı çıkan taraf olma konusundaki başarımı belgelediğini idrak etmiş olmalıydılar. Üç beş kuruş için canından olmaya kimse kolay kolay yanaşmaz ne de olsa.
“Hanımı varlığıyla şereflendiren sayın yabancı ne arzu ederler acaba?”
Samimiyetin zerresini bulamayacağınız bir yüzdü karşımda duran. Dalkavukluk ve riyakarlık kavramları bir bedende cisimleşmişti sanki. Ufak bir bahşiş için sergilenen yalakalık benim gözümde hırsızlıktan bile aşağıydı. Namusuyla çalana daha çok saygım vardı benim.
İnsan ruhunun zamanla dönüşüme uğramış kavramlardan başka bir şey olmadığını büyükbabam söylemişti bana. Bedene şekil veren bu ruhtan başka bir şey değildi. Ben de, bir büyü ustası olan büyükbabama benim bedenimin hangi kavramdan oluştuğunu sormuştum. “Bunu öğrenip öğrenmemek senin elinde,” demişti. “Yeterince arzularsan her sorunun yanıtını bulursun. Ama bu yanıtın seni memnun etmeyebileceğini de aklından çıkarma!” Yine de beni ben yapan kavramı öğrenmeden ölmemeye ta o zaman yemin etmiştim. Öğrenecektim, neye mâl olursa olsun.
“Şarap, et ve ekmek istiyorum.”
“Emriniz başım üstüne, efendi,” dedi ve gitti han sahibi.
Geri geldiğinde elinde dolu bir tepsi taşıyordu. İstediklerimi masaya bıraktı, şarap kupamı doldurdu. Elindeki şarap testisiyle uzaklaşmak üzereydi ki, kolundan tuttum “Testi kalsın hancıbaşı,” dedim. Sırıtarak testiyi masama bıraktı.
“Tabii efendi, şarabımız bol, dilediğinizce için,” dedi hancı. Ardından bir şeyler daha mırıldandığını duyar gibi oldum ama ne dediğine ulak verme zahmetine girmedim.
Masamdan uzaklaştığında şarap kupasını kaptığım gibi kafama diktim. İkincisini doldurdum. Büyük bir yudum aldım. Sıra önümde duran koca sığır etine gelmişti. Kemikli tarafından tuttuğum buttan koca bir ısırık almak üzereydim ki… Karnımın gurultusuna son vereceğim o muhteşem anda, dışarıdan gelen canhıraş bir kadın çığlığı ile irkildim. Ne birbirlerine sürekli ağza alınmayacak küfürler eden sarhoşların gürültüsü, ne de fahişelerin isterik kahkahaları engel olmuştu bu münasebetsiz çığlığı duymama. Kalender soframa acıklı bir bakış fırlattıktan sonra, garip bir mecburiyet hissiyle kılıcımı çekip handan dışarı fırladım.
Gecenin ve sokağın ortasında tek başıma dikilir buldum kendimi. O çığlığı duyan -ya da umursayan- tek kişi ben olmalıydım. Arkamdan çıkan olmamıştı. Yinelenen çığlık kafamdaki soruları dağıttı. Sese doğru koştum. Kadın sanki kendisini takip etmemi istermişçesine art arda çığlıklar atıyordu. Birazdan benzerlerinden daha eski bir kuleye doğru koşmakta olduğumu fark ettim. Çığlıklar beni kuleye yönlendiriyordu. Bir gecede peyda olmuş izlenimi veren, mimarisinden, basit ama dikkat çekici işlemelerine kadar şehrin genel görüntüsüyle müthiş bir uyumsuzluk sergileyen kuleye. Birden, bu kulenin daha bu şehir kurulmadan binlerce yıl önce, üstelik bugün var olmayan uygarlıkların hüküm sürdüğü topraklarda kesilen taşlarla inşa edildiği bilgisi oluştu beynimde. Bir büyü ustasının torunu olduğunuzda, hele bir de tüm çocukluğunuz onun yanında geçince ister istemez büyü tozu size de bulaşıyor. Aklında bir savaşçı olmaktan başka bir şey olmayan haylaz bir çocuk olsanız bile…
İçimdeki büyü tozlarının harekete geçmesi hiç de hoşuma gitmeyen bir diğer anlama daha geliyordu ne yazık ki. Bir büyüyle karşı karşıyaydım. Bir büyüyle uğraşmak yerine, on savaşçı arasında kalmayı tercih eden benim gibi bir adam için belanın büyüğü demekti bu.
Yetişkinliğe adım attığımdan beri bu tür belalar hiç eksik olmamıştı başımdan. Bu yüzden eski ve acı dolu tecrübelerim gayri ihtiyari de olsa adımlarımı yavaşlatmama neden olabilirdi. Ama olmadı. Aksine adımlarım daha da hızlandı. Gözünü budaktan esirgemeyen bir savaşçının, maceraperest bir gezginin çok akıllı olduğunu kim söyleyebilirdi ki zaten?
Kulenin dev bir ağaçtan kesilmiş yekpare kapısına ulaştığımda çığlıklar hala devam ediyordu. Kapıyı yıkmak zor olacaktı. Üstelik epey de zaman kaybettirecekti bana. Kadının o kadar vakti var mıydı acaba? Bu düşünceler şimşek hızıyla aklımdan gelip geçerken, hafifce iteklediğim kapının sinirleri felç eden bir inlemeyle ardına kadar açılması bir an önceki kötümser düşüncelerime rağmen beni pek o kadar mutlu etmedi. Açık kapı beni bir tuzağın beklediği ihtimalini daha da kuvvetlendirmişti çünkü.
Beni arkamı dönüp gitmekten alıkoyan neydi hala bilmiyorum. Benden başka kimseyi harekete geçirmeyen o büyülü çığlıkların olağanüstülüklerinden biri de kurbanının mantığını kör etmesi, onu kuklalaştırmasıydı belki. Kimbilir?
Sırtımda çapraz şekilde asılı iki kılıcımı da çekip, leopar dikkatiyle eşiği geçtim. Bir iki adım daha attıktan sonra – artık tamamen içerideydim- sırtımı yalayan hafif esintiyle ve yine arkamdan gelen tok bir sesle irkildim. Beni bu uğursuz kuleye sokan kapı kapanmıştı. Kapıyı açmak için gereksiz bir çaba içersine girmedim, o kapıyı açamayacağıma adım gibi emindim. Kaderim artık yazılmıştı. Benim merak ettiğim sonundan çok, altındaki imzanın kime ait olduğuydu.
Döne döne kulenin tepesine çıkan merdivenlerin basamaklarını teker teker çıkmaya başladım. Artık çığlık sesleri kesilmişti. Basamakları temkini elden bırakmadan olabildiğince hızlı tırmanıp kulenin en tepesine ulaştım. Merdivenler kulede bulunan tek odaya açılan bir kapı boşluğunda son bulmuştu. Odaya girdim. İçeride hiç kimse, hatta hiçbir şey yoktu. Daire şeklindeki odanın duvarlarında benim ayarımda bir adam boyundan biraz kısa aralıklarla dizilmiş yedi kapı vardı. Yedisi de sürgülenmişti. Ama pencerelerin yerini almış bu kapıların bir yere çıkması pek mümkün görülmüyordu. Kulenin dışına, boşluğa açılan kapıları kim ne amaçla yapmış olabilirdi? Duvarların içinde gizli odacıklar olma ihtimali de yoktu. Kulenin çevresi düşünüldüğünde, bu geniş odayı çevreleyen duvarların kalınlığı olsa olsa üç karış olabilirdi.
Ah, kahrolası merak! Büyülü çığlıklardan idareyi devralmıştı. Kapılardan birine yaklaştım. Sürgüyü kaldırdım. Anlık bir bekleyişin ardından… Kapı şimşek hızıyla açıldı. Kendimi uğursuz kente tepeden bakıyor bulacağımdan pek öyle emin değildim. Olağanüstü şeyler görmeye az çok hazırlamıştım kendimi, ama bu kadarına değil…
Bak, birçok ülke gezmiş, pek çok macera yaşamış, ailesinde büyücüler olan bir serüvenciyim ben. Başkalarına şaşırtıcı gelebilecek çoğu şey için ben kılımı bile kıpırdatmam. Ama bu gerçekten farklıydı.
Yeni bir dünyaya açılmıştı kapı. Gözlerimin önüne serilen bu dünya yemyeşil bitkiler ve alçak tepelerle kaplıydı. Biraz ileride gürüldeyen şelalenin sesi kulağa bir müzik gibi geliyordu. Binbir renkteki kuşların cıvıltıları bile sönük kalıyordu yanında. Dediğim gibi, çok yer gezmiş biriydim. Ama böyle bir güzelliği ne görmüş, ne de işitmiştim. Kara derililerin yaşadığı Güney adalarındaki doğa harikaları buradakilerin alelacele yapılmış taklitlerinden başka bir şey olamazdı. Büyükbabam dünyadaki her şeyin, ilk yaratılan ve tek olan orijinallerinin çoğaltılmış benzerlerinden ibaret olduğunu söylerdi. Evet, karşımda duran Tanrı’nın dünyaları yaratmadan önce oluşturduğu ilk taslaktı.
Manzara günaha davet eden karşı konulmaz bir kadın gibi çekiyordu insanı. Kapının hemen önünden başlayan ve aşağılara kadar inen altın sarısı merdiven – ki belki de altındandı – bir mühendisten çok bir büyücünün elinden çıkmışa benziyordu. Sınırlı bilgimle bile, bu merdiveni ayakta tutacak herhangi bir düzeneğin olmadığını fark etmiştim. Suda batmayan bir gemiler gibi, havada öylece duruyordu.
Karşılaşabileceğim tehlikeleri umursamadan, merdivenlerden inip Cennet’in -buraya en uygun ismin bu olduğuna fazla düşünmeden karar vermiştim- derinliklerine doğru ilerlemeye başladım. Saatlerce dolaştım durdum. Hayranlıkla seyrediyordum çevremi. O kadar kendimden geçmiş bir haldeydim ki, önüme dallarından insanın ağzını sulandıran meyvelerin sarktığı bir ağaç çıkmasa karnımın hala aç olduğunu fark etmeyecektim bile. Hayatımda ilk kez gördüğüm ve ne oldukları hakkında hiçbir şey bilmediğim meyvelere arsızca saldırdım. Görünüşleri gibi, tatları da enfesti. Lezzetli meyvelerden birkaçını mideye indirdikten sonra, nasıl olup da bu kadar düşüncesiz ve dikkatsiz davranabildiğime hayret ettim. Belki de bu meyveler zehirliydi. Belki de birazdan inanılmaz azaplar içinde can çekişmeye başlayacak ve çok geçmeden de ölecektim. Elimde duran yarısı yenmiş meyveye baktım. Biraz düşündükten sonra, kısa bir ara verdiğim tıkınmama devam ettim. Böyle muhteşem bir yerde, zehirli ve zararlı bir meyvenin yetişebileceği nasıl da gelebilmişti aklıma. Bırak suçluluk duygusunu, böyle bir şey düşündüğüm için neredeyse nefret etmiştim kendimden.
Meyveleri teker teker mideye indirdikçe keyfim yerine geliyor, vücuduma tatlı bir rahatlama yayılıyordu. Birazdan yüksek sesle kahkalar atmaya başlamıştım bile. Durumun şüphe götürecek bir yanı yoktu. Kafayı bulmuştum. Bu lezzetli meyveler beni iki üç testi şarap içmiş kadar sarhoş yapmıştı. Giderken bunlardan yanıma alabildiğim kadarını almaya karar verdim. Tatları şaraptan güzeldi. Üstelik bedavaydılar. Bir de sabahları baş ağrısına neden olmuyorlarsa… Bu düşünceler kafamın içinde benim gibi sarhoş sarhoş dolaşırken göz kapaklarımın ağırlaştığını, kapanmak için can attıklarını hissettim . Bir öküz kadar kuvvetliydim. Üç dört kişinin kaldıramadığı yüklerin altına girer metrelerce taşırdım. Ama bu ağırlık beni altında iyice ezmeye başlamıştı. Artık neyle ilgili oldukları çözemediğim düşüncelerim iyice bulanıklaştı. Az sonra lezzetli meyvelerin annesi olan ağacın gölgesinde derin bir uykuya dalmıştım.
Bütün yorgunluğumu üstümden atmış olarak uyandığımda -ki ne kadar uyuduğum hakkında en ufak bir fikrim yoktu- güneşin hala bıraktığım yerde olduğunu gördüm. Çeşitli olasılıklar geldi aklıma. Ya tam bir gün uyumuştum (yabancısı olduğum bir dünyanın bir günü… bu benim için sağlıklı bir ölçü değildi), ya hiç uyumamıştım – içgüdülerim bas bas bunun doğru olmadığını bağırıyordu-, ya da bu dünyada güneş bir yağ lambası gibiydi, birisi kaldırana orada öyle asılı duruyordu. Gece olmayan bir dünya fikri bana pek cazip gelmemişti. Demek ki burası o kadar da mükemmel bir yer değildi. Burası hakkında beynimde olumsuz bir düşüncenin yeşermesi ve bunun kendimi kötü hissettirmemesi beni şaşırtmıştı. O anda bu olumsuz düşünceyi aklımdan silip atacak harika bir şey oldu.
Biraz ilerimdeki ağaç topluluğundan gelen bir çıtırtı üzerine kılıçlarımdan birini çekip savunma pozisyona geçmiştim ki, ağaçların arasından çıkan bir silüetin bana doğru yaklaşmakta olduğunu gördüm. Sağ elimdeki kılıcı fırlatabileceğim bir pozisyona getirip, konuğumu karşılamaya hazırlandım. Ama onu artık iyice görebildiğim açıklığa geldiğinde, endişelerimin tümüyle yersiz olduğu anlaşıldı. Bir kadındı bu. Bedeninin herhangi bir parçasını kapamak için en ufak bir çaba sarf etmediği çok belirgin olan bu kızıl saçlı kadın benim için bir tehdit oluşturabileceğe benzemiyordu. Tek bir kelime etmeden gelip yanıma uzandı. Onunla konuşmaya çalıştım. Ona adını sordum, kendi adımı söyledim. Hiç bir yararı olmadı. Yalnızca gülümsüyordu. Konuşmanın faydasızlığını gördüğümde, onu dudaklarından öptüm. Hiç karşı koymadı. Aksine beni cesaretlendirecek bir şekilde karşılık verdi.
Saatlerce süren sevişmemiz sırasında bile tek bir inilti çıktığını duymadım ağzından. Benim için utanç verici bir durum olsa da, yaşamakta olduğum doyumsuz zevkler endişelerimi bir süreliğine olsa da boşvermişlikler topraklarına sürgüne yolladılar. Bu boşvermişliğim için hayatım boyunca pişmanlık çekeceğimi o zaman bilmeme imkan yoktu elbette. Bu esrarengiz kadın gizlemek istediklerinin önüne çok güzel çekmişti sessizlik perdesini. Bu perde birazdan hafifçe aralanacak ve çok geçmeden de tamamen açılacaktı.
Doyumsuz olan zevkler ne yazık ki bir o kadar da yorucu oluyor. İkimiz de o unutulmaz dakikaların ardından kaçınılmaz olarak uykuya daldık. Ben belirsiz bir süre sonra uyandığımda narin sevgilim hala uyuyordu. Tatlı uykudan uyandığım için boş yere kendime kızdım. Ama hırıltı seslerini duyduğumda doğal seyrinde değil, bu sesler yüzünden uyandığımı anladım. Vahşi bir hayvanın hırıltısına benzeyen seslerin nereden geldiğini anlayınca benzersiz bir hayrete düştüm. Kulaklarıma inanamıyordum. Bu hayvani sesler güzeller güzeli sevgilimin gırtlağından çıkıyor olamazdı. Acı gerçek yavaş yavaş su yüzüne çıkmaya başlamıştı. Acaba demin birlikte olduğum kız bir zebani miydi? Bu düşünceyle birlikte elim içgüdüsel olarak kılıcıma gitti. Ben kılıcımı kınından çıkardığımda kız gözlerini açmıştı. Önce onun da bakışlarında şaşkınlık vardı. Öyle masum bakışlardı ki bunlar, az daha bu zavallı kız hakkında kötü düşüncelere kapıldığım için kendimden utanacak ve kılıcımı gerisin geriye kınına sokacaktım. Ama sonra bana zarar vermesi kuvvetle muhtemel olan bu düşünceleri bir çırpıda kafamdam fırlatıp attım. Bir süredir beni terk eden –ya da benim terk ettiğim- iradem ve mantığım geri gelmişti. O bildik tehlike hissi tüylerimi dikmiş, kanımı hızlandırmıştı. Kız, işlerin yolunda gitmediğini anlamış olacak ki, yüzündeki masum ifade yavaş yavaş değişmeye başlamış, yerini şeytani bir ifadeye bırakmıştı. Bundan sonraki dönüşüm evre evre oldu. Oldukça yavaş seyreden bu dönüşüm sırasında yaratığa ölümcül darbeyi indirmediğim için bugün bile kendime küfreder dururum. Tanrı biliyor ya, buna fırsatım vardı.
Önce gözleri değişti. Bakmaya kıyamayacağınız o siyah gözler bir top gibi kendi ekseninde döndü ve kimbilir hangi iblisden miras aldığı kızıl gözler açığa çıktı. Artık gözleri ile aynı renkte olan saçları uzayarak bütün vücudunu kapladı. Kızın ufak bedeni büyüyüp beş adam boyuna ulaştığında saçlar bir zırha dönüşmüştü bile. Uzun, sivri uçlu, keskin kenarlı tırnakları taşıyan pençelere dönüşmüş el ve ayakları beni parçalamak için sabırsızlanıyor gibiydiler. Son olarak kanatlar ve kuyruk ortaya çıktı. İçinde olduğum tehlikeye rağmen az önce bir ejderha ile ilişkiye girdiğimi düşünmekten alamıyordum kendimi.
Yaşamım boyunca binbir tehlikeyle karşı karşıya kalmıştım. Ama adını yalnızca efsanelerden duyduğum ejderha ile, üstelik onun topraklarında savaşmak zorunda olmak… Eski tecrübeler pek bir önemsiz kalıyordu bunun yanında. Ben kafamda bir savaş stratejisi belirlemeye çalışırken ejderhanın cüssesinden beklenmeyecek yumuşaklıktaki sesi duyuldu.
“Korkma! Seni öldürmeyeceğim. Sen benim doğacak çocuğumun babasısın.”
“Benim adım Unga Dar. Büyücü Ejderha. Yüzlerce yıl önce senin atalarından biri olan Büyücü Bhorthin’in şu anda içinde bulunduğun topraklara sürgün ettiği ejderhaların sonuncusuyum. Eski dünyamızdan bu kadim topraklara sürgün edildiğimizden beri teker teker ölmeye başladık. İktidar sahibi olduğumuz eski zamanlar ve hükmettiğimiz toprakların hasreti deva bulunmaz bir hastalık gibi kırıp geçirdi kardeşlerimi. Böylece ölümsüzlüğün bile keder ile baş edemeyeceğini öğrendik. Üreyip çoğalmamız da imkansızdı. Bizi sürgün eden düşmanımız üreyip çoğalmamızı engelleyecek çok güçlü bir büyü yapmıştı.”
“Ben bu büyüyü sonunda etkisiz hale getirebildim. Ama ne yazık ki bunu başardığımda artık çok geç olmuştu. Çiftleşebileceğim bir tek ejderha kalmamıştı kadim topraklarda. Soyumu devam ettirebilmek için geriye bir tek şansım kalıyordu. Bir insanoğluyla çiftleşmek…”
“Büyü gücümü kullanarak önce seni buraya çektim, – çünkü bir tek sen, en büyük düşmanımın torunu olduğun için bu cezayı; Darek olduğun içinse bu topraklara gelme ve benimle bir olma şerefini hak ediyordun -, ve sonra görüntümü değiştirdim.”
“Oğlum – ki ben çocuğumun erkek olmasına karar verdim- safkan olmasa da damarlarında ejderha kanı taşıyacak. Soyumuz bu şekilde devam edecek. O taşıdığı kan sayesinde diğer insanoğullarından üstün olacak.”
“Şimdi, söylediğim gibi burayı sağ salim terk edeceksin. Ve bir gün, eğer Tanrılar da isterse oğlunla yollarınız birleşecek. O gün ikinizden birinin son günü olacak. Eline fırsat geçtiğinde karşısındakini öldürmeyen, ne kadar zaman geçerse geçsin, bir gün, eninde sonunda canını bağışladığı tarafından öldürülecek. Ve sen o gün hayatın boyunca merak ettiğin bir sorunun yanıtı öğreneceksin.”
Bu onun son cümlesi, daha doğrusu benim duyduğum son cümlesi oldu. Çünkü konuşması bitince yüzüme üfledi. Yüzümü bir meltem gibi okşayan bu hava dalgası kendimden geçmeme neden oldu.
Uyandığımda taş kulenin o tam takır odasının zemininde uzandığımı fark ettim. Çevreme bakındığımda bu odaya ilk girdiğimde gördüğüm kapıların yerlerinde yeller estiğini gördüm. Koşa koşa merdivenlerden aşağıya inip kulenin kapısını açtım ve kendimi serin gecenin tam ortasına attım. Bu uğursuz kentte artık bir dakika daha kalmak istemiyordum. Kalan son paramla handaki adamlardan birinin atını satın aldım. O fırsatçıya atı için hak ettiği paranın iki katını ödedim. Yeni atıma atladım ve ardıma bile bakmadan gelecekte hatırlamak bile istemediğim, ama bir lanet olup deva bulmaz ölümcül bir hastalık gibi kaderime yapışan o kenti dört nala terk ettim.
“İşte böyle oğlum. Şimdi görüyorum ki Unga Dar’ın sözünü ettiği gün geldi çattı. Seninle yollarımız birleşti. Unga Dar’ın dediğine göre bugün birimiz burada ölecek. Ama neden böyle bitsin her şey, oğlum. Gel, seninle güçlerimizi birleştirelim. Baba oğul birlikte savaşalım. Senin asil kanın ve benim tecrübem rehberimiz olsun.”
“Olmaz baba. Beni doğuran, yetiştiren, bana kendi ismini veren anneme ölüm döşeğinde söz verdim. Bu dünyada sırrımı bilen tek kişiyi, seni yok etmeliyim. Soyumuz ancak böyle güvenlikte olabilir. Ama senin hayatta kalman demek, bu dünyada hala gizliden gizliye var olan ejderha düşmanlarının peşime düşmesine neden olabilir. Affet beni baba.”
İki kılıç birbirine çarptığında yıldırımları kıskandıracak bir kıvılcım, gökgürültüsünü gölgede bırakacak bir gürültü peydah oldu. Gürültü on fersahlık mesafadeki her köyden duyuldu. Kıvılcımı gören civardaki çobanlar ve gezgin keşişler ise bunu bir Tanrı’nın öfkelenip kullarından birini cezalandırmasına delalet saydı.
Saatlerce süren kıran kırana dövüşün ardından tecrübesiyle bütün hamleleri savuşturmayı başaran Darek’de yorulma belirtileri görülmeye başladı. Yıllar boyunca katıldığı savaşlarda, sokak dövüşlerinde kazandığı tecrübeler ona kusursuz bir ustalık kazandırmıştı. Ama o da yorulmaya başladığının farkındaydı. Ölümcül hamlesini bir an önce yapmalıydı. Rakibi tecrübesizdi ama inanılmaz bir hırs, güç, refleks ve dayanıklılığa sahipti. Toyluğundan faydalanıp kılıcını düşürmek tek kurtuluş yoluydu. Ve sonunda, karşısındaki delikanlının yaşlarındayken çekik gözlü bir paralı askerden öğrendiği hamleyle annesinin ismini alan oğlu Unga Dar’ın kılıcını düşürdü. Düşen kılıcın üstüne bastı. Unga Dar artık savunmasızdı. Oğlunun gözlerinin içine baktı. O gözlerde tanıdık bir şeyler gördü. Bu bir anlık dalgınlık ona çok pahalıya mal oldu.
Unga Dar’a atalarından miras kalan tek şey asil bir kan değildi. Darek’in oğlu annesinin yeteneklerinin bazılarına da sahipti. Darek oğlunun ağzında çıkan alevleri görünce anlamıştı bunu. Ama geç kalmıştı. Alevlerin Darek’in kılıcının kabzasını kavrayan eline ulaşmıştı bile. Kılıç Darek’in kavrulan elinden düştü. Şimdi ikisi de kılıçsızdı. Ama Unga Dar bir alev dalgasıyla Darek’i yakıp kavurabilirdi.
Daker oğlunun yakıcı alevleri püskürtmek için aralanan dudaklarına baktı. O anda kaçmak için hamle yapabilirdi. Ama bunu hiç arzu etmedi. Karşısındaki oğluydu, onu öldürmek istemiyordu. Gözlerini kapattı, biraz sonra kendisini kavuracak cehennem alevlerini beklemeye başladı. Ama hiç de yabancısı olmadığı bir meltem esintisi yüzünü yaladığında oğlunun kendisi hakkında başka planları olduğunu anladı.
Kendine geldiğinde bir an hala baygın olduğunu ve rüya gördüğünü sandı. Olması gereken yerde değildi çünkü. Yemyeşil bir bitki örtüsüyle kaplı, şelalelerin gürüldediği, kuşların cıvıl cıvıl ötüştüğü bir yerdi burası. Ona tanıdık gelen bu görüntüler geçmişinden kaçıp rüyasına mı konuk olmuşlardı? Yoksa bu aşinalık bir yanılsama mıydı, o çoktan ölüp cennete mi gelmişti? Öyle ya cennet belki de kişiseldi ve bilinçaltındaki huzurlu görüntülerden inşa ediliyordu. Sonra birden aklı başına gelir gibi oldu. Rüya görmüyordu. Ölmemişti de. Zaten ölse gideceği yer cehennem olurdu herhalde.
Buraya daha önce de gelmişti. Tam yirmi yıl önce… Geçen sefer niye geldiğini biliyordu, ama şimdi… Ne işi vardı burda? Oğlu niye getirmişti onu buraya? Birden yankılanmaya başlayan ses onun bütün sorularını yanıtladı.
“Anneme verdiğim söze rağmen senin canını alamadım baba. Ama bu darvnışımın bedeliyle ilgili kehanetin önünü almak için seni buraya getirdim. Benim için bir tehdit değilsin artık. Çünkü bundan böyle burada yaşayacaksın. Çıkış kapısını bulmak için boşuna uğraşma. Bu tamamen imkansız. Belki bir gün yine görüşürüz. O güne kadar sana elveda diyorum. “
“Bir şey daha…”
“Artık yaşlanmaktan korkma bu topraklarda yaşayan ölümsüzdür…ölümsüzdür..ölüm….”
Darek, uzun zaman önce Unga Dar’ın söylediklerini hatırladı. “…bir gün, eninde sonunda canını bağışladığı tarafından öldürülecek,” demişti ejderha. Kehanet doğruysa -ki Darek öyle olduğundan neredeyse emindi- bu onun oğluyla son karşılaşması olmayacaktı. Ve o karşılaşmanın sonucu şimdiden belliydi. Kaderden kaçış yoktu. Peki oğlu onun canını bağışlarken bu kehanetten habersiz miydi? Kadere nasıl olup da kafa tutmuştu.
Birden kafasında bir ses yankılanmaya başladı. Yirmi yıl önce ölümlüler kadar ölümsüzlerin de adım atmaya korktuğu bir çölün kumları arasından sökün etmiş o ne idüğü belirsiz kentte başlayıp o ana kadar süregelen olayların yankısıydı bu. Onca olayın yaptığı yankı ne gariptir ki tek bir kelimeden oluşuyordu.
“Kader…kader…kader…kader…kader……”
Durmadan yineleniyordu. Yoksa ömrü boyunca aradığı yanıt bu muydu?
Elbette! İsmi… Büyükbabası tarafından verilen ismi; Darek. Kader kelimesinin bir anagramıydı. Yaşlı adam her zaman için biliyordu. Kader denen şeyin hammaddesiydi torununun özü. Kaderin kendisiydi. Darek şimdi her şeyi daha iyi anlıyordu. Yaşayacaklarının neden yaşaması gerektiğini, bundan neden kaçamayacağını. Kaderden kaçış yoktu. Çünkü kendinden kaçamazdı. Ve kaderi onunkiyle bağlı olanlar için de bir kaçış yoktu. Oğlu bile olsa, Unga Dar ölümle tanışacaktı. Hem de Darek’in elinden…