“Bir anne, çocuğunu doğurarak onu bedeninden uzaklaştırır ama -aksi yönde ne yapılırsa yapılsın- onun hayatından asla çıkamaz; hem bugün, hem de gelecekteki tüm yaşantısına bir şekilde müdahil olur.”
Bu okkalı lafı -sandığınız gibi- sakallı ve büyük adamlardan biri değil, şimdi ben söyledim naçizane.. Bu hafta vizyona girenler arasında, anneler ve çocukları üzerine, bu lafım minvalinde söyleyeceklerini -farklı açılardan da olsa- çok ciddi ve de çarpıcı olarak belleklere kazıyan iki film var.. Biri, Belma Baş‘ın senaryosunu yazıp yönettiği Zefir, diğeri de şimdi kendisinden bahsedeceğimiz işbu Kanada filmi..
Oldukça politik, alabildiğine deneysel takılan Radiohead‘in, Irak işgali sırasında ABD’nin yardakçılığına soyunan başbakanları Tony Blair‘e, You And Whose Army? şarkısıyla seslendiğini hatırlarsınız.. Lübnan’nın bir köşesinde kafaları tıraş edilen -belli ki kimsesiz- çocukların görüntüsüne eşlik eden işte bu şarkıyla film başlar.. (Yönetmen, bir Radiohead hayranı olmalı.. Açılıştaki şarkının yanı sıra bi ara devreye giren, grubun Like Spinning Plates adlı parçasıyla -tüylerimiz diken diken bir vaziyette- notumuzu veririz ki mükemmel müziğiyle anlatılanları destekleyen Radiohead‘in bu filme katkısı oldukça büyüktür.)
Daha sonra kamera, Lübnan’ın tozlu kıraç dağlarından, yollarından aşarak, Kanada Montreal’deki bir noterin yazıhanesine girer.. Ve bundan böyle bu sinemasal yolculuk, hem bu iki uzak ülke, hem de farklı zaman dilimleri arasında -tüm film boyunca- ara vermeden sürer gider..
Evet Savaş Kötüdür
Noter bey, biri erkek, diğeri kız olan yirmili yaşlardaki ikiz kardeşlere, ölen anneleri Nawal Marwan (Lubna Azabal)’ın vasiyetini okumaktadır.. Aynı zamanda bu noterin uzun yıllar boyunca sekreterliğini de yapmış olan rahmetli anne, parasının ve malının ikiz çocukları arasında eşit olarak paylaştırılmasını istedikten sonra, kızının, Lübnan’da kalan babasını, oğlunun da, yine o uzak diyarlarda bırakılmış ağbisini arayıp bulmasını vasiyet etmiştir..
Zamanında çok şeyler yaşamış, çok acılar çekmiş olduğu anlaşılan anne, çocukları bu isteğini yerine getirmeden mezarına taş dikilmemesini ve taş üzerine adının yazılmamasını da vasiyetine eklemiştir..
İlk önce, ikizlerden Jeanne Marwan (Mélissa Désormeaux-Poulin), babasını bulmak için Lübnan’a gider.. Genç kızın bu görevi yerine getirebilmesi için öncelikle annesini tanıyan birilerini orada bulması gerekmektedir.. Elinde kendisine yardımcı olabilecek tek materyal, annesinin orada çekilmiş bir gençlik fotografıdır..
Bir müddet sonra, annesinin tedirgin bakışlı bu fotografının fonunda görülen duvardaki yazılardan, oranın bir hapishane olduğunu öğrenecektir..
Anne Nawal, Kanada’ya yerleşmeden önce neler yaşamıştır? Ne yapmış da hapse düşmüştür? Baba ve diğer erkek kardeş nerededir?
Bütün bunlar öğrenildiğinde, taşlar yerine oturmuş olacaktır belki ama aynı anda bir nevi Pandora’nın Kutusu açılacak; ortaya dökülen acı gerçeklere tanık olanların yüreği ise âdeta mengeneyle sıkışmışa dönecektir..
Hayatsa Her Şeyden Berbat
Lübnan, karmakarışık demografik yapısına rağmen kurulmuş bir politik dengeyle hayatiyetini sürdüren bir ülkeyken, özellikle Arap-İsrail çatışması sonucu ülkeye göçen Müslüman Filistinliler, bu istikrarı bozarlar.. Çoğunluğu ele geçiren Müslümanlar, ülke yönetiminde daima önemli yere sahip olmuş Hristiyanlara artık rakip çıkmışlardır..
Ve Lübnan, yetmişli yılların ortasından başlayarak doksanlı yıllara kadar dayanan süreç dahilinde, din ve milliyetçiliğin köpürdettiği, dış mihrakların azdırdığı bir iç savaşa sürüklenir.. Tabii her savaşta olduğu gibi bu kardeş kavgasında da en ağır bedeli masum kadınlar ve çocuklar öder..
İçimdeki Yangın, işte bu pis savaşın kızgın ateşini tenimizde -tüm sıcaklığıyla- hissedecek kadar olaya yaklaşırsa da, başlangıcına, sürecine ve neticesine fazla bulaşmadığı bu ‘çoğul’ yangının içinde gelişen bir ‘tekil’ yangına odaklanır..
Etkisi altına aldığı insanların hayatlarını kelimenin tam anlamıyla alt üst eden savaşın, kişiyi -farkında olarak ya da olmayarak- insanlıktan çıkarmada ne denli mahir olduğunu belgeleyen film -hiç acımadan- bencileyin hassas seyircilerin beynine ve kalbine âdeta balyoz darbeleri indirir..
İçimdeki Yangın‘ın, senarist-yönetmen Denis Villeneuve tarafından Wajdi Mouawad’ın bir tiyatro oyunundan sinemaya uyarlandığını öğrendiğimde doğrusu çok şaşırdım.. Çünkü ortaya konan işin havasında ‘tiyatrovari’ olmanın en ufak bir izi hissedilmediği gibi, özellikle kurgusuyla dikkat çeken filmin her tarafından ‘halis sinema’ akıyordu diyebilirim..
Öte yandan, unutmamalıyız ki sadece savaşların bir neticesi değil bu insanların başına gelenler..
Savaşsız, işkencesiz geçtiğini zannettiğimiz şu ‘normal’ hayatın da birgün önümüze getirip koyabileceği trajediler, bunlardan daha az mı acılı sanki?
Normal hayatımızda -en azından- televizyon ekranından evimize doluşan haykırışlar varken, ‘alt tarafı film’ deyip de geçemeyeceğimiz acı gerçekler hep yakınımızda.. Çok açık ki savaş, olayları hızlandıran ve olasıkları yükselten bir katalizör sadece..
Sindirimi mümkün olmayan demirden bir leblebi misâli İçimdeki Yangın‘ı izlerken, insanlığınızdan utanç duyacağınız sahneler öyle yoğun üzerinize geliyor ki değil kaçınmak, kıpırdıyamıyorsunuz bile..
Sinemadan çıkışta ise, sizi koltuğunuzda âdeta köşeye sıkıştıran, ırk ve din şovenistlerinden, açık-gizli diktatörlerden, namus bekçiliğinde üstüne adam tanımayan tecavüzcülerden, her haltı yiyip sanki hiçbir şey olmamış gibi yaşantısını sürdürebilen işkencecilerden, tabii ki savaşlardan ve de şu berbat hayattan nefret ettiğinize ’emin’ oluyorsunuz..
Etkisini, en azından gün boyunca iliklerinizde hissedeceğiniz ‘nefretten şüphe etmeme’ duygusu giderek azalacaktır belki ama bütün bu pis faktörlerden en azından birisi dışarda ve hemen yakınınızda faal durumdadır.. Kaçın bakalım kaçabilirseniz..