Yaşamak neleri öğretiyor, düşünüyorum
okuduğum bütün kitaplar paramparça
çıkıp dolaşıyorum akşamüstleri bir başıma
bir uçtan bir uca yalnızlıklar oluyor kent
bulvar kahvelerinin önünden geçiyorum
sırnaşık aydınlar, arabesk hüzünler
bir gazete sayfasında sereserpe bir yosma
…
sessizce çekip gidiyorum şimdi, sessiz ve kimliksiz
Belki yine gelirim, sesime ses veren olursa bir gün
Ahmet Telli, “Belki Yine Gelirim”den…
Adına “büyük değişim” dedikleri ‘şey’, 90’lara çeyrek kala tamamlanmak üzereydi. En azından büyük kentlerde ve daha çok üniversite gençliğini kuşatacak biçimde…
Bir ayağı 80’in hemen öncesine basan “yeni” birey, geçmişin puslu görüntülerini (sözgelimi evin arka bahçesinde sessiz törenlerle yakılan kitap ve plakları, gecenin bir vakti karanlığa çekilen mahallenin abilerini ya da günün her saati, söze “netekim…”le giren keskin bakışlı adamın sıraladığı sözcükleri) anlamlandırmaya çalışırken, diğer yandan da varoluşunun sırrına erişmeye çabalıyordu.
Demir bir pençenin saati kırmasıyla masada kalan kâğıtlara adeta asırlardır dokunulmamıştı. Oyuna geri dönüldüğünde açılan eller, hemen herkes için “beş benzemezdi” artık. Herşey, herkesin kaybetmesi üzerine kurgulanmıştı ya da tek kazanan kumarhanenin sahibiydi!
Önceki kuşağın “farkına varma” ve “değiştirme” gibi kelimelerden oluşan ezberi bütünüyle bozulmuş, “kavrama” kara sularından bile çekilmeye zorlanmıştı.
Bir arada olmanın getirdiği sakıncaların farkında olan kumarbaz, oyunu sürdürebilmek adına yeni kurallar bulmalı, oyunun kendi yöntemleriyle sürmesine olanak tanımalıydı.
Yeni desteler tam da bu dönemde saçıldı ortalığa.
Oyun süresince konuşmak, masadakilerle etkileşim içinde bulunmak, desteye itiraz etmek ve (muhtemelen en önemlisi) masadan kalkıp oyunu sonlandırmak kesinlikle yasaktı.
Peki bu nasıl olacaktı?
. . .
Sınırlı sayıdaki kelimenin kocaman ve yaldızlı harfler eşliğinde atmosferi doldurduğu bir dönemdi yaşanan. Hemen her yerde karşınıza “değişim” kelimesi çıkarılıyor; düne dair düşlediğiniz ne varsa, gerici bir talep olarak karşılanıp duymazdan geliniyordu.
Artık duruşunuz, “yeni”ye göre şekil almalı, varlığınıza bütünüyle “o” çeki düzen vermeliydi.
Müslüm Gürses’in aydınlarımız tarafından keşfedilmesine veya en komik adamın “güldürürken düşündürmek” anlayışını espri malzemesine dönüştürmesine çeyrek kala, bir zamanların en kitlesel paylaşım alanlarından olan mizah dergilerinin okur mektupları tanıklık etti önce savrulmaya. Bu sütunlarda geçmişten aşina olduğumuz muhalif söylem, mevzileri terketmeye zorlandı. Kendisine görece olmaktan çıkıp ciddi bir mecra bulan cinsel alan, milyonlara seslenen renkli gazete sayfalarından süzülerek, dönemin başat karakteri olma yolunda ilerliyordu artık. Farklılaşan mizah, yolculuğuna üniversite kantinlerinde başlamış; önceleri belli belirsiz bir yüz kızarması ve tebessümle karşılanan “yeni” tiplemeler, bir süre sonra kulakları tırmalayan kahkahalar eşliğinde hızlı bir evrimleşme sürecine girmişti. Gaddar Davut’un metropole ulaşıp Daraloğlan’a, gittikçe de oyunun esas oğlanına dönüşmesi an meselesiydi.
Sanılanın aksine, kurdun toplu halde dolaşanı, dolayısıyla “sürüden ayrılmayanı” kaptığı tecrübeyle sabit olmuştu. Kurtuluşu, kendi bacağından asılmakta arayanlar, geleceğe ilişkin umutları karardıkça ânı yaşama felsefesini teorize etmeye başladılar. Çıkışsızdılar… (En çok da bu yüzden, kendini keşfetme söylemi üzerine inşa edilen ve bireyselliği bireycilik olarak algılayan “yeni” tutumun, dünün Aşil Topuğu “Bacı Kültürü”nün anti tezi anlamına gelebilecek cinselliği çıkış noktası yapması tesadüf sayılamaz; dahası, böyle bir yönelimden dolayı 90’lıların suçlanması fazlasıyla sübjektif olur.)
Yakın tarihin kimi dönemlerini jakobenizm ile özdeşleştiren ve haklı / haksız eleştiriye tabî tutan yazar ve çizerlerin (sonuçlarından duydukları memnuniyetten olsa gerek!) görmezden geldikleri bu dönem, toplumun yukarıdan şekillendirilmesinin modern zamanlardaki en somut örneklerindendir oysa.
O halde, 90’ların “kaybedeni” olduğunu, tescillememizi bekleyenler için şöyle bir tespit geliştirilebilir mi?: Aidiyetin yalnızca anlık boşluğu doldurmayı hedefleyen cinsellik ile, entelektüel açlığın ise kaçışı kutsayan metinlerle karşılanması veya tabu yıkıcılığından (tarihsel düzlemde yerine yeni bir şeyler koyma ihtiyacını hiç mi hiç hissetmeksizin) nedenli-nedensiz saldırma eylemine meşruiyet kazandırmanın anlaşılması, aykırı olmaya çabalayanın sisteme (arkadan dolanarak da olsa) tutunması ile sonuçlanmıştır. Böylelikle refleksiv olarak da olsa, hedefin gayet bilinçli olarak flulaştırıldığı, belirsiz kılındığı bir ortamda kapı gibi “yıkıcılık” deyimi, bütün bunları yaratan sistemin kendisinden; zamanı gelince evlenip çoluk-çocuğa karışmayı ve evine ekmek götürmeyi arzulayan insancığa yönelmiştir.
80’den sonrasını hatırlamamak, sizi, sizin 68’inize yaklaştırmaz, dinleyicinizle yatıp yatmadığınızı sorgulamak, (hiç değilse cinsel alanda) radikal olma hatta bir devrim yapma iddianıza dayanak oluşturmaz, kazananı baştan belli bir oyunun “kaybedeni” olduğunuzu varsaymak (ve bundan ilginç biçimde haz duymak) şiirsel bir söyleme sahip olmanın dışında pek de anlam taşımaz. Tıpkı ölümü gerekçe göstererek hayatı savunamayacağınız ya da yalnızca rock müzik dinlediğiniz için muhalif olamayacağınız gibi.
Varoluşunuzu ne kadar felsefi, derin ve anlamlı tümcelere sığdırırmaya çabalarsanız çabalayın, aslında bir “kaybeden” olduğunuzu iddia ederek dönemi ya da ruhunu aklamaya çalışın, farketmez. Eylemlilik süreciniz, kiranızı ödeyemeden Olympos’a kaçma girişiminizin başladığı noktada sona ermiştir.
Çok mu sübjektif?
Kadıköy’ün ışıltılı kaldırımlarını arşınlamayı bırakıp, sözgelimi “Bornova Bornova”nın arka mahallelerine göz gezdirirseniz, erotik düşler satan Murat’a rastlayacaksınız oysa. Bakın ne fısıldıyor kulağınıza:
“Görev başarıyla tamamlanmıştır!”