İstanbul Film Festivali yaklaşırken festivali ekonomik, sosyal ve kültürel açıdan incelemeyi asosyal sorumluluğunun bir parçası kabul eden Tuğba gururla sunar.
Festivalin Sosyal Hali: Kuyruk Cephesinde Yeni Bir Şey Yok
Festivalin sosyal halini, başlamadan evvel bilet alım safhası ve başladığı zaman salonlardaki sosyalleşme hali olarak ikiye ayırabiliriz. Festival henüz başlamadığı için ikinci haliyle ilgili durum analizlerini daha sonra yapmak koşuluyla ilk haline geçiş yapmayı uygun gördüm.
Son iki yıldır İstanbul Film Festivali bilet kuyruğundan kendimi ferâgat ettirmiş bulunuyorum. Benim için kuyruğa girmiş arkadaşımın anlattıklarına bakılacak olursa yukarıdaki başlık hedefi 12’den vurmuş gibi görünüyor. Her zamanki kuyruk çok bilmişleri, diken üstünde durup ön safları kollayanlar, en ufak bir kıvılcımda kuyruğu ateşe vermekten çekinmeyecek cabbar cevahirler, ön veya arka taraftaki kişiyle sohbet kurmaya çalışanlar, doğal bir şekilde sosyalleşenler, doğal bir şekilde sosyalleşmeyi başaramayanlar, ketumlar, durmaksızın cep telefonuyla konuşanlar, ön sıralarda tanıdık görüp önlere doğru kapağı atmaya çalışanlar, yüzüp yüzüp sonuna gelince istediği filme bilet kalmadığını öğrenip hüsrana uğrayanlar, istediği filme bilet kalmadığını öğrenip yerini doldurmak için gişe başında film seçmeye çalışarak ihtilâl çıkmasına sebep olanlar, seçtiği filmlerin bilet alım süresinin sonu gelmeyenler… Bu liste uzar gider. Ters Ninja okuyucuları kuyruk hikâyelerini Numan Serteli’den okumaya alışıklar zaten. Bu sene de kendisinden bir bomba patlatmasını bekliyoruz.
Gişeler haricinde diğer satış kanalı olan Biletix’i kullanan seyirciler, işte festivalin anlattığımız bu sosyal halinden uzak kalmakla birlikte aynı zamanda ekonomik açıdan da Godzilla efektine (cüzdana yapılan ani atak) maruz kalabilirler. Biletix hadisesini incelemek üzere konunun ekonomi bölümüne sizleri davet ediyorum.
Festivalin Ekonomik Hali: Bekledim de Gelmedin, Gözyaşımı Silmedin
Bu sene de her sene yaptığım gibi programı alır almaz Uzakdoğu filmlerine göz attım. Satır aralarında vurdu kırdıdan sinyal gönderecek bir iki film aradım, bulamayacağımı bile bile. Dolayısıyla bu yıldan itibaren festivalde vurdu kırdı filmi olsun diye lobi faaliyetlerine başlayacağım. Katılmak isteyen varsa mesaj atsın. Tak etti artık festivalin bu elitliği canıma… Steril festivallere hayır!!! (Ben usandım her yıl kung fu filmi olsun diye yazmaktan festival komitesi inadını kırmaktan usanmadı) Öhöm… Sonra daha hafifinden milletlerine göre Uzakdoğu filmlerini ayırdım. Tabii böylesi bir ayrım yapmak, hepsine gidebileceğim anlamına gelmiyor haliyle. Duruma ekonomik açıdan bakacak olursak zaten tüm biletleri almam demek, bir süre aç gezeceğimden, kısa süre içerisinde “sıfır” bedene inmem demek olacağı gibi, bu noktada ufak da bir serzenişte bulunmak lazım. Sayın koskoca İKSV yetkilileri, neden hâlâ ısrarla bilet satışında aracı kurum olarak sömürgen Biletix’le çalışmaktasınız anlamış değilim. Hafta içi 4 tl’den satılan bir bilet için 5.25 tl hizmet bedeli alan firmayı tebrik ediyor, mümkünse işlemlerine sanal alemden devam etmesini, hatta mevcuttaki fiziki gişelerini de bir an evvel kapatmasını tavsiye ediyorum. “Kazıklamak şiddeti doğurur” diyen o ünlü Çinli bilge ne de güzel söylemiş!
Neyse efendim işte böyle böyle önce milletlerarası sonra da uygun günlere indirgeyerek oluşturduğum filmler çerçevesinde, gişeden alınan bir biletin yaklaşık 20 cm olduğunu göz önüne alacak olursak, bu sene yaklaşık 2 m 20 cm.lik bir bilet uzunluğuna sahibim. Her yılki yaklaşık 10 filmlik ortalamama denk düşen bu uzunluk, elbette yetişkin insanın kabusu iş-güç vesilesiyle cm kaybedebilir ama heyhat elden ne gelir! Zaten ekonomik olarak da kağıt israfı yapmanın gereği yoktur. Hatta biletleri arkalı önlü bassınlar, vatana millete yararlı olsunlar diyeceğim ama aranızdan çatlak sesler yükselir gibi oldu sanki, o nedenle festivalin belki de en önemli hali, kültürel haline de el atalım.
Festivalin Kültürel Hali: Seni Gören Sinefil Olmuş Sanıyor
Herkesin programdan film seçme ritüeli kendine göredir ya, işte benimkisi de yukarıda bahsettiğim gibi önce çekik gözlüler, sonra çok bilmiş Avrupalılar ekseninde döner durur. Bu senede çok değişen bir şey olmadı kendi çapımda. Sadece artık klasik sayılabilecek filmlerin sayısını, özellikle Kore filmlerini eleyerek biraz arttırdım o kadar. Festivalden seçtiğim kimi filmlerin neden niçinleriyle kültürel hale de halel getirmeden ortamdan sıvışma amacındayım. işte başlıyorum:
Japonya’nın çok satan uluslar arası yazarlarından Murakami Haruki’nin aynı adlı romanından Vietnam asıllı Fransız yönetmen Anh Hung Tran tarafından beyaz perdeye aktarılan filmi, tıpkı yönetmenin daha önceki filmleri Xich Lo (Cyclo, 1995) ve Mui Du Du Xanh (The Green Scent of Papaya, 1993)’ya olduğu gibi seyredemeyeceğim çünkü bilet bulamadım. Ha, buraya neden yazdığıma gelince, belki bilet bulamadım ama söz konusu olan bir Japon filmiyse her yol mübah olacağından, her ne kadar yurtdışında çok olumlu eleştiriler almayan bu filmi bir şekilde seyredeceğimi belirtmeden geçemedim. Zaten dediğim gibi ne bu yönetmenden yana şansım döndü ne de yazardan. Zira ne zaman Murakami’nin bir kitabını İngilizceden okumaya kalksam, kısa süre sonra kitabın Türkçesi yayınlanarak bana gıcıklık yapmaya devam etti. Açıkçası İmkansızın Şarkısı, kitap olarak da çok matah bulmadığım ama Murakami sadeliğinde ve elbette arka plandaki yoğun müzik bilgisiyle kendini okutturan bir hikayeye sahip. Filmi seyretmek bu açıdan ilginç olacaktır. Küçük de bir not; filmin müzikleri, Radiohead’den bildiğimiz Jonny Greenwood’un elinden çıkma. Yani ordan değilse bile bir yerden yakalanabilecek bir özelliğe sahip film.
Tanımadığım bir yönetmen Koji Fukada tarafından çekilmiş film, şu aşamada Japon olmasından başka bir şey vaat eder görünmüyor. Görüldüğü gibi film seçme kriterlerim son derece “kültürel”.
Jia Zhang-ke’nin ömür törpüsü kategorisi olarak adlandırdığım filmlerinden biri olabilir ama bunu kötü manada kullanmıyorum ben. Seyirciyi zaman zaman yoran filmleriyle daha önceki festivallerin birinde tanıştığım yönetmenin son “harikasını” kaçırmam söz konusu olamazdı elbette.
Festivalin Güney Kore filmleri arasından intikam temelli öyküsüyle seçmekte zorlanmadığım film, tek filmlik filmografiye sahip yönetmeni Chul-soo Yang vesilesiyle yeni bir keşif ya da hüsran nedeni olabilir. Görüldüğü üzere çok büyük risk almışım dostlar. Sonumuz hayır ola.
Seçtiğim son Uzakdoğu filmi. Zhang Yimou desem yeterli olur sanırım. (Kendisi filmde bayacağı için ben şimdiden burada sizleri baymak istemiyorum.)
Benim Uzakdoğu seçmem bu kadar. Bunlar haricinde genellikle klasik sayılabilecek filmlerden ufak bir liste yaptım kendime.
1. Binanız Kaç Kilo Bay Foster? (How Much Does Your Building Weigh, Mr. Foster?, Yön: Carlos Carcas & Norberto López Amado, 2010): Slogan; Mistır Fostır mimardır, (meslek itibariyle) bildiğimiz simadır.
2. Çığlık (Il Grido, Yön: Michelangelo Antonioni, 1957): Hayatımda beni ilk defa partiye götürmüş (bkz. La Notte) bir yönetmenin, Antonioni’nin filmini yakalamışım, es geçer miyim hiç? Slogan; Bu kadar uzun film ancak sinemada seyredilir!
3. Andrey Rublev (Andrey Rublyov, Yön: Andrey Tarkovski, 1966): Çığlık için geçerli olan slogan aynen bu film için de geçerlidir.
4. Bilinmeyen Kişiler (I Soliti Ignoti, Yön: Mario Monicelli, 1958): Slogan; İtalyan olsun çamurdan olsun.
5. Mavi (Blue, Yön: Derek Jarman, 1993): Slogan; sözkonusu Jarman, ekran karman çorman.
6. Mefisto (Mephisto, Yön: István Szabó, 1981): Slogan; kimdir bu mefistos, hikâyesi pek nefistos!
Görüldüğü üzere son derece ince eleyip sık dokuyarak(!) kotardığım bu seneki festivalden de alnımın akıyla çıkmayı umuyor, siz siz olun bana rağmen Ters Ninja’yı takip etmekten yılmayın diyorum.