Bir ülkenin kendi tarihiyle yüzleşmesi, sinema alanında da sıklıkla dile getirilen bir konu. Tarih felsefesi bile objektiflik idealini çöpe atmışken sinemadan olaylara tanrısal bir konumdan (herşeyi bilen, gören) bakmasını beklemek mümkün değil elbette. Daha doğrusu beklersiniz, ama avucunuzu yalarsınız. Hiçbir kesimin hakkını yememeye çalışmak takdir edilecek bir tavır elbette, ama Mahsun Kırmızıgül gibi kaypak bir ideolojik duruş sergilemek ne sinema sanatına ne de “toplumsal barış”a bir katkı sağlıyor. Sinemacıdan beklememiz gereken şey, hangi perspektiften bakarsa baksın, bütünlüklü ve derinlikli bir bakışı yansıtması olmalı. Bu bütünlük, tarihsel bir bütünlük olamaz. Bir filmin bunu yansıtacak enerjisi olup olmadığını bir kenara bırakın, sanatsal niteliklerini terk etmesi, insani duyarlılığından sıyrılması gerekir. O zaman sinemaya neden ihtiyacımız olsun ki?
Bu uzun laf kalabalığının sebebi seyirciyle buluşan Press filmine yönelik kimi kör eleştirilere ufak bir cevap vermekti. Benim Hikayem ile birlikte haftanın filmi olarak seçtiğimiz Press, “düşük yoğunluklu savaş” gibi soğuk bir ifadeyle tanımlanan bir coğrafyada yaşanan gazetecilik deneyimini aktarırken, bu koşulların ortaya çıkmasını sağlayan nedenleri de düşündürüyor, “gündem”e getiriyor. Herkese iyi seyirler…
Efendim.. Öncelikle, bencileyin safderun okurlara müjdeyi vereyim de hem benim, hem de onların içleri -bi güzel- rahat etsin.. Natalie Portman‘ı en son, Siyah Kuğu’da perperişan bir vaziyette bırakmıştık ya hani? Gayrı üzülmenize gerek yok.. Gördüm ki şimdi çok çok iyi, hatta bomba gibi.. Size de çok selâmı var..
Adam (Bizim adam değil onların edım’ı olan Adam), daha on beş yaşında ve cinsellikten bîhaber bir ergen çocukken, öğrenci kampında tanıştığı Emma’yı parmaklamak üzre -kibarca- izin isterse de kız tarafından kesin bir dille reddedilir..
Son sevgilisini, televizyon dünyasının bir numaralı şovcularından olan, babası Alvin (Kevin Kline)’e kaptırmış Adam, artık büyümüş, aynı eğlence sektöründe kariyer yapmaya çalışan, yakışıklı olduğu kadar iyi kalpli, neşeli olduğu kadar da romantik, yâni her kızın ağzına lâyık bir oğlandır..
Tam bu merhalede -bak sen kaderin cilvesine ki- yıllar sonra yolları yeniden kesişen Emma (Natalie Portman) ile Adam (Ashton Kutcher)’ın aralarında -parmaklamak da dahil- hiçbir yasağın kalmadığını ibretle ve memnuniyetle müşahede ettik ki kendilerini ayrıca kutluyorum..
Nasıl davranacağından her zaman emin olduğumuz Adam, ne kadar normal biriyse, bir hastanede stajyer doktorluk yapan Emma da, tam tersine, tuhaf huylara sahip bir kızdır..
Kadın ile erkek arasındaki duygusal ilişkilere karşı alerjik bir tutumu olan Emma’nın, bağlılık, kıskançlık ya da duygusallığın olmadığı bir ilişki teklifine, kıza sırılsıklam âşık olan Adam’ın, evet demekten başka çaresi var mıdır, a dostlar?
Emma’nın, Adam’a da, bana da çok ters gelen (Bana da n’oluyorsa), “Bak oğlum.. Seninle günde üç posta sevişirim ama âşık olmam” mottosu, doğrusu hiç de inandırıcı değildi.. Peki siz, bu sloganın pratikte işe yarayacağını düşünüyor musunuz?. Yanıtınız evet ise, sizi hemen bu filme bekliyoruz..
Sizler de takdir edersiniz ki, benim -izlemeye pek de niyetli olmadığım- No Strings Attached’ı görmek için koşturuşumun altında, “Natalie Portman sürekli sevişiyor, dediler de ondan geldik” gibisinden nedenler yatıyordu.. Gittim gördüm ki söylenenler yalan değilmiş.. Fazladan ne buldun derseniz eğer, ben de size: “Bu alt tarafı bir romantik komediydi dostum.. Bu tür bir filmden, hayatın mânâsına eriştirecek bir ipucu bekleyemezsin ki” derim.. Ve bir romantik komediyi bundan daha iyi çekebilmenin zor olduğunu da hemen peşinden eklerim..
Kız tarafının isteğiyle- aralarındaki ilişki sürecini oldukça tersten yaşayan genç bir çiftin, romantik ve komik hâllerini izlerken asla sıkılmayacağınız hususunda size garanti dahi verebilirim..
[ Numan Serteli ]
Sıradan biri olmasına karşın, birçok iniş ve çıkışlar içeren, renkli bir yaşantıya sahip olduğuna tanık olduğumuz Barney Panofsky (Paul Giamatti), buz hokeyi liginin -iyileşmez- hastası, sürekli puro ve de sert içkiler içmeyi seven, televizyon yapımcısı bir adamdır..
Bi ara Avrupa’da, daha sonra da ABD’de geçen bu yaşantı, Barney’nin hayatına giren üç kadın ile babası Izzy (Dustin Hoffman) üstünden, esprili bir dille anlatılır..
Kahramanımızın başından üç evlilik geçmiştir.. İlki, yetmişli yılların Roma’sında bohem hayatı yaşarken hamile bıraktığını zannettiği, kızıl saçlı, özgür ruhlu Clara (Rachelle Lefevre) ile evliliğidir.. Bu kadının sadâkatsiz biri olduğunu, o çocuğun babasının, Barney’nin zenci arkadaşı olduğunu öğrendiğimizde anlarız..
İkinci evliliğini yaptığı kadın (Minnie Driver) ise, sürekli alışveriş yapmayı seven -her ne kadar Barney onu dinlemese de- çok konuşan birisidir.. Kahramanımız onu, kendi yazlık evlerinde, en yakın arkadaşıyla sevişirken bastığında, aslında uzunca bir süredir arayıp da bulamadığı fırsatı yakalamış olur.. Zira Barney o sıralarda, kafasının hiç uyuşmadığı bu kadından boşanmanın çarelerini aramakla meşguldür..
Bu iki evliliğin ardından Barney, Miriam (Rosamund Pike) ile gerçek aşkı bulacak ve ondan, gerçekten kendine ait çocukları olacaktır..
Acaba kahramanımız, ömrü boyunca hep istediği gibi, romantik ve centilmen bir erkek olarak, ebedi aşkıyla birlikte, mutluluğa yelken açabilecek midir?
Mordecai Richler’in çok satan kitabından uyarlanan Barney’s Version -sanıldığı gibi- sadece ünlü kişilerin değil, sıradan görülen insanların da çok renkli bir ömrün sahibi olabileceklerini bize gösteren, son derece eğlenceli bir yapım..
Figüran düzeyinde de olsa dizi yönetmeni rollerinde gördüğümüz, David Cronenberg ve Atom Egoyan da filmin sürprizlerinden..
Barney’s Version, doğuştan, bencillik, hoyratlık ve kıskançlıkla mâlul iki insan arasında husûle gelen aşkın, tek başına mutluluk getirmeyeceğini, bu konuda bir devamlılığın ise asla mümkün olamayacağını hatırlatmayı, üstüne bir vazife biliyor..
ABD’deki Yahudi kültürünün ögelerini ayrıntılarıyla yansıtan filmi, bir adamın kırk yılı aşkın bir yaşam sürecindeki her ânını -değişen iç ve dış görünümüyle- başarıyla canlandırmış Paul Giamatti‘nin mükemmel oyunculuğuna tanık olmak için bile izlemek gerek bence..
[ Numan Serteli ]
Çınar Ağacı Yönetmen: Handan İpekçi
Senaryo: Handan İpekçi
Oyuncular: Nurgül Yeşilçay, Nejat İşler, Celile Toyon, Ebru Özkan, Settar Tanrıöğen, Hüseyin Danyal, Ragıp Savaş
Yapım: 2010, Türkiye
İki kız, iki erkek evlat ve bir çok torun sahibi Adviye Hanım (Celile Toyon), ömrünün son demlerini, iki aylığına, bir çocuğunun yanında kalarak geçirmektedir.. Filmin adı da, bu iki aylık periyotların başında, tüm sülâlenin, devasa bir çınar ağacının altında yaptığı piknikten gelmekte; pikniğin sonunda da anne, el ve ev değiştirmektedir..
Yaşlı kadın, her sabah ve günün belli saatlerinde, büyükçe bir çerçeveye yerleştirilmiş Atatürk portresine selam verip, dertleşmekte; kalan zamanlarda da, borulu gramafondan taş plâklar dinlerken -hepsi evli ya da dul olan- çocuklarına, rahat yüzü göstermemenin yollarını arayıp bulmaktadır..
Anne ve nine olarak -hâliyle- sevilen Adviye Hanım’ın asıl sevgilisi, baba Yağız (Nejat İşler)’dan boşanmış annesi Sonay (Nurgül Yeşilçay)’ın disiplininden illallah diyen, minik torun Barış (Deniz Deha Lostar)’tır.. Zîra, Barış için anneanne demek, dilediğince hareket edip, özgürlüğünü yaşamak demektir..
Daha çocukları küçükken, Adviye Hanım’ın nasıl bir annelik yaptığını tahmin edebiliyorum.. Hâl böyleyken, şimdi eşşek kıvamındaki o çocukların annelerinden çektikleri, bir dirhem bile azalmış değildir.. Tek başına sürdürdüğü iktidarının, yaşlandıkça sarsılacağı endişesiyle olsa gerek, iyice hırçınlaşan anneyi bir huzurevine kapatmak konusunda, çocukları en sonunda anlaşırlar..
Senarist yönetmen Handan İpekçi, 2001 yılında yaptığı, o günün şartları içinde devrim niteliği taşıyan filmi Büyük Adam Küçük Aşk‘tan; bugünün şartları içinde, tam bir iç sıkıntısı yaşatan Çınar Ağacı‘na doğru nasıl bir gerileme yaşamış, hayretler içindeyim..
Aslında filmin ‘başarı formülü’ çok açıktır.. Seyircinin, baş kahraman Adviye Hanım’a tam bir sempatiyle bağlanması gerekmektedir.. Oysa, bildiğimiz anne şefkatinden tamamen nasipsiz bu kadın, antipatik hareketleriyle seyirciyi sürekli itmekte; başına gelecek olumsuzluklar karşısında, onları nötr durumda bırakmaktadır..
Daha başlarken, ‘Komedi mi olsun, dram mı’ seçeneğine yönelik kesin kararını da verememiş görünen film, bir türlü bitmek bilmeyen süresi boyunca da bu tereddütü hem kendi yaşıyor, hem de biz zavallı seyirciye yaşatıyor..
[ Numan Serteli ]
Atmosfere girene kadar, hatta ABD’nin deniz kıyılarına inerken bile birer göktaşı zannedilen uzaylılar, dünyayı istila etmeye başlamışlardır..
Yegâne süper gücümüzün burnunun dibine kadar girdiğinde ancak farkına vardığı bu uzaylılar, suyumuza göz dikmişlerdir..
Sinemacıların, bir türlü elleri varıp da insana benzetemedikleri, hatta bir memeli hayvanı -misâl öküzü- dahi onlara lâyık görmeyerek, irice ve biçimsiz birer böcekten modelledikleri uzaylılar, su konusunda çok ciddilerdir.. Bu hışımla, önüne çıkan herkesi öldürmekte ve her şeyi yakıp yıkmaktadırlar..
Televizyon yayınlarından öğreniriz ki dünyanın her yerinde bu gökten indirmeler olmaktadır ama orada olanlar, filmi zerre kadar ilgilendirmemektedir.. Onu sadece, Los Angeles kıyılarından başlayarak içerilere doğru ilerlemeye meyilli düşman harekâtı ve o şeytanlara karşı vatanını kanının son damlasına kadar kahramanca savunmaya yeminli, şânı büyük Amerikan Deniz Piyadeleri ilgilendirmektedir.. Yüce Tanrı onları kutsasın!
Başarı garantili bir tür klişesi olarak- sicilinde bazı soru işaretleri bulunan, Deniz Piyadesi Başçavuşu Michael Nantz (Aaron Eckhart) komutasındaki bir manganın, insanlığı, benzeri görülmemiş bu belâdan da kurtaracağı hususunda yoksa sizin kuşkularınız mı var? Ben sizin aklınıza şaşayım e mi?!
Allah razı olsun şu uzaylı kardeşlerden ki ABD hükumetinin, dolayısıyla da Hollywood’un düşman bulmakta zorlandığı şu zor zamanlarda tüm görkemleriyle ortaya çıkıyorlar da böylece sektör çalışanları, sayelerinde epeyi bi ekmek yemiş oluyor..
Akıl almaz mesafeleri aşarak, galaksimizin dışından kopup gelebilecek dehâya haiz ve ne pahasına olursa olsun ezip geçmeye karar vermiş uzaylı bir ırkın gücü karşısında mukavemet göstermenin saçmalığı bir yana, film, doğru dürüst bir hikâye de anlatmıyor.. “Yürüyün arkadaşlar şu pis böcükleri ezelim.. Yok.. Bu galiba biraz sıkar dostum, bence geri dönelim.. Ahanda açıklarını yakaladık, hemen üstlerine gidelim.” mealinde bir savaş oyunu ve gürültü patırtı içinde harcanan tam iki saat..
Battle: Los Angeles, bir zamanların ‘allahlık’ Independence Day‘ine bile rahmet okutacak; geçen yıl izlediğimiz ‘berbat’ Skyline‘a ise rakip olabilecek kalitesizlikte bir film..
Gerçi, Amerikan sinema seyircisinin bu filmi görmek için salonları dolduracağına ve filmin, ABD Box-Office listelerinin en üstünden bakarak, bana nanik yapacağına da adım kadar eminim.. O da ayrı tabii..
[ Numan Serteli ]
Limit Yok
LimitlessYönetmen: Neil Burger
Senaryo: Alan Glynn, Leslie Dixon
Oyuncular: Robert De Niro, Bradley Cooper, Abbie Cornish, Anna Friel, Johnny Whitworth, Vernon Gant
Yapım: 2011, ABD
Eddie Morra (Bradley Cooper), şimdiye kadar hayatta pek de başarılı olduğu söylenemez, bir kitap siparişi aldığı halde, kafasındaki hikayeye bir türlü konsantre olup da yazamayan, en hafif tabirle kendini koyvermiş bir yaşantı içinde debelenen genç bir adamdır..
Elinde kalan tek işe yarar şey, güzeller güzeli kız arkadaşı Lindy (Abbie Cornish)’dir belki ama artık onun da Eddie’yi terk etme vakti gelmiştir..
Günün birinde, on yıl kadar önce ayrıldığı karısının erkek kardeşi Vernon Gant (Johnny Whitworth)’la karşılaşan Eddie’nin hayatı tümden değişecektir..
Kayınbirader Vernon’un eline tutuşturduğu bir hapı yutan Eddie’nin, âdeta üçüncü ve sıradaki diğer bütün gözleri açılarak, hayatı kavrayışı ve olaylara bakışı bir anda derinlik kazanmaya başlar..
Beyni tam kapasiteyle çalışmaya başlayan oğlanın, bilumum duyu organlarının algılayışı en parlak seviyeye yükselir.. Ömrü boyunca her türlü dış etkenden kendine aksetmiş binbir çeşit bilgi, bir sistem içersinde ve anlamlı bir şekilde bir araya gelerek açığa çıkmakta ve onun kullanımına sunulmaktadır..
Pek de işe yaramayan eski Eddie gitmiş, yerine aynı dış görünüşlü fakat her bakımdan kusursuz algılayan ve çalışan Eddie gelmiştir.. Bu değişimin meyveleri boldur ve toplanmayı bekliyordur..
Normalde, gözüne hiyeroglif gibi görünen borsa işlemleri, ‘hapı yuttuğunda’ çerez gibi gelen ve bir borsa kurduna dönen oğlanın hisse senedi piyasasına ani girişi, ülkede olaya neden olur.. Piyasanın devlerinden biri olan Carl Van Loon (Robert De Niro) da Eddie’nin bu inanılmaz yeteneğinden faydalanmanın yollarını aramaktadır..
“Her nimetin bir külfeti vardır” sözü boşuna söylenmemiş.. İlacın hesapta olmayan yan etkileri ve ilaç etkileşimleri Eddie’yi çok zor durumlara sokmakta; yanı sıra, bu icraatı sırasında kazandığı düşmanlarla de başı beladan kurtulamamaktadır..
Beyninin en fazla yüzde yirmisini kullanabilen insanlığın en büyük hayâllerinden biri -hiç kuşkusuz ki- bu oranı yüzde yüze yaklaştırmaktır.. İşte bu hayâli, eksenine oturtarak hikayesini oluşturan film, ‘zihin açıcı’ bir deneyim yaşayan insanı da tüm canlılığıyla betimliyor..
Film, bilim kurgusal tarafında fazla bi inandırıcılık problemi yaşamasa da, Eddie’nin, bir iki cümlesini işittiği bir yabancı dili kusursuzca konuşabilmesi gibi akılalmazlıklar biraz can sıkıyor tabii..
Sonuçta, Limitless, genel olarak eğlenceli bir üslup tutturan, geriliminde ise -zaman zaman- tavan yapan, vasatın üstünde bir film..
[ Numan Serteli ]
Press Yönetmen: Sedat Yılmaz
Senaryo: Sedat Yılmaz
Oyuncular: Aram Dilbar, Engin Emre Değer, Kadim Yaşar, Asiye Dinçsoy, Bilal Bulut, Tayfur Aydın, Mahmut Gökgöz
Yapım: 2010, Türkiye, 100 dk.
90’lı yılların ilk yarısında çatışmaların yoğun yaşandığı günlerde, bir avuç gazeteci Diyarbakır’da yaşanan insan hakkı ihlallerini dünyaya duyurmaya çalışmaktadır.
İstanbul merkezli Gündem gazetesinin Diyarbakır bürosunda 7 kişi çalışmaktadır. Hasan (36) büronun şefidir, Faysal (30), Alişan (28), Kadir (27) diğerlerine göre daha tecrübeli muhabirlerdir. Lokman (24) ve Songül (23) daha çok büroda çalışmaktadır. Fırat (17) ise büronun gazete dağıtım ve getir götür işlerini yapmaktadır.
Faysal, yaptığı bir haberde orduyla ilişkisi olan bir çetenin izine rastlar. Çete, bölgedeki birçok cinayetin zanlısıdır. Çete haberinden sonra Faysal tehdit telefonları almaya başlar, ancak Faysal çetenin üzerine gitmeye devam eder.
Büronun teknik olanaksızlıkları yetmezmiş gibi her türlü enellemeyle karşılaşırlar. Gazetecilerin en basit işleri bile onlar için aşılması zor engeller haline gelir. Çektikleri fotoğrafları bastıracak yer bulmak ya da fotoğrafları İstanbul’a göndermek için sürekli karşılarına çıkan engelleri aşmak zorundadırlar.
Mobilet tamircisi İbram’a kayınbiraderleri bir oyun oynar ve onu istemediği bir kadınla evlendirirler…
İbram ya bu evliliğe razı gelecek ya da kayınbiraderleri üç gün içinde gelip İbram’ı öldürüp, kız kardeşlerini geri alacaklardır. İbram tehditlere ve çekilen reste kulak asmaz ve son üç gününü Bodrum’da yapmadığı her şeyi yaparak geçirmek için yola koyulur…
[poll id=”142″]