Paris 1924… Ünlü ressam Fernand Léger’nin sinemada biçimsel arayışlara işaret eden Mekanik Bale (Le Balet Mecanique) adlı filmi gösterime giriyor.
Lumiere Kardeşler’in 1895 yapımı, aynı zamanda sinema tarihinde öykü içeren ilk film olan Bahçıvanın Sulanışı’nın (L’arroseur Arrose) ardından dünyanın sinema merkezlerinden biri olan Fransa, Melies’nin fantastik evreni ve Şarlo öncülü Max Linder ekseninde popüler bir dünyayı inşa ederken, bir yandan da Film d’Art akımıyla birlikte sanat filmlerine yönelmeye çalışıyor. Andre Calmettes ve Charles Le Bargy imzasını taşıyan Guise Dükü’nün Öldürülmesi (L’Assasinat de duc de Guise), bu noktada önemli bir yapıtaşı olurken, yankısının asıl karşılığını yakın bir gelecekte Hollywood’dan alacak…
Dönemin ticari ruhunu avucuna alan Louis Feuillade’ın seri filmleri (Fantomas, Les Vampires) bir yana, Abel Gance’ın erken dönem şiirsel ve gerçekçi anlatımının Louis Delluc’ın kurgusuyla yarıştığı bu atmosfer, sinemanın yedinci sanata evrilme sürecine büyük bir heyecan katıyor; sözgelimi Jean Epstein’ın Sadık Kalp (Coeur Fidele) filminde de rastlayabileceğiniz gibi yeni kuramların ortaya çıkmasına ön ayak oluyor.
Öyküsüz ve tamamen deneysel bir bakış açısıyla tasarlanan Mekanik Bale, günümüzde avangard sinemanın önemli başlangıç noktalarından biri olarak kabul görmekte. Geometrik düzenlemelerden yararlanan, soyuta varan anlatım olanaklarını zorlayan yönetmen Leger’nin, hızlı kurgusuyla nesneler ve canlılar dünyasına ilginç bir bakış attığı da söylenebilir. Öyle ki filminde, salıncakta sallanan bir kız, yan yana duran bir çok şişe, kare ve üçgenlerden oluşan ritmik kompozisyonlar birbiri ardına perdeye yansıdığında, dönem seyircisini büyük bir şaşkınlığa uğratmış.
Sinemaya, salt sanatsal bir bakışla yaklaşan bu ilginç film, hem ayrıksı ve deneysel bakışıyla hem de Bunuel gibi sonraki dönem sanatçılarında bıraktığı etkiyle unutulmaz bir ‘arayış’ örneği.
Aynı yıl gösterime giren bir başka deneysel yapım ise ünlü Rene Clair’in imzasını taşıyor. Filmin “konu bile sayılamayacak” konusuna baktığımızda birisinin öldürüldüğüne tanık oluyoruz. Hemen ardından bir deve tarafından çekilen tabutu cenaze töreni sırasında bir yokuşta iken kontrolden çıkarak ‘kaçmaya’ başlıyor ve gerçeküstücü bir kovalamacanın ardından duruyor. İçindeki “ölünün” çıkması ve tabutu kovalayan herkesin kaybolması final anlamına geliyor.
Dadacı sanat anlayışının perdedeki ender örneklerinden olan Perde Arası (Entr’acte), 1916 yılında doğan ve sanattaki geleneksel anlatım yolları ve alışılagelmiş estetik değerlere karşı çıkan bir anlayışın manifestosu sayılabilir. Rene Clair’in, Francis Picabia tarafından hazırlanan bir bale gösterisinin arasında gösterime soktuğu 22 dakikalık ve bir adamın karabasanlarını konu alan bu film, Marcel Duchamp ve Man Ray gibi döneminin ünlü sanatçılarına yer vermenin dışında, Eric Satie’nin hazırladığı müziklerle de anılmakta. Fransız Dans Topluluğu ‘Les Ballet Suedois’ sanatçılarının da rol aldığı yapımın, 1967’de Henri Sauguet’nin müzikleriyle yeniden gösterime girdiğini aktaralım.
Yazımıza konu olan üçüncü avangard sinemacı Germaine Dulac sinema tarihinin ilk kadın yönetmenlerinden biri olarak da hatırlıyoruz. Sanatçının 1922 yapımı Gülümseyen Bayan Beduet (La Souriante Madame Beudet) adlı başyapıtı, “ilk feminist film” olarak taçlandırılmış. Deniz Kabuğu ve Din Adamı (La Coquille et le Clergyman, 1928) ise daha az bilinmekle birlikte, Dulac’ın çok daha tartışmalı bir eseri anlamına geliyor. 20’lerin avangard tiyatrosundaki en önemli sesi olan Antonin Artaud’nun senaryosuna dayanan film, bir din görevlisinin cinsel arzularının etkisiyle gördüğü bir karabasandan yola çıkıyor ve içindeki pek çok yıkıcı ve seyirciyi şoke edici unsurla hafızalara kazınıyor.
Filmle ilgili ilginç bir kaç anekdot eklememiz gerekirse; dönemin öncülerinin, aralarında fikir birliği olmaması sonucu, dizleri üstünde Paris kaldırımlarını arşınlayan ve cüppesinin eteklerinin uzamasına engel olamayan rahibin olağandışı macerasını anlatan bu filmi protesto edip salonu terketmeleri; ancak filmden hoşnut olmayan tek kesim onlar değil. Eylemlerini sanatsal bir kimliğe büründüren avangardların dışında, dönemin sansür kurulu tarafından da cezalandırılan ve yasaklanan yapım, sinemanın devlete ve dinsel kurumlara yıkıcı unsurlarla yaklaşan ilk filmlerinden biri olarak tarihe geçiyor.
İzlenimciler, gerçeküstücüler, fütüristler, dışavurumcular… Abel Gance’ın devrimci adımları, Dreyer’in sessiz ve uzun yürüyüşü, kapıda, arkadaşıyla belirmeye hazırlanan bir çılgın; Luis Bunuel, Almanların karanlık sokakları, İsveç’ten yayılan büyülü evren ve Rusya’da kopan “kızılca” kıyamet… Hollywood’un ekseninde dönmeyen bir sinema, Amerikan Rüyası’na gülüp geçen sanatçılar.
Ne devirmiş ama!