ABD’li genç ve yakışıklı dostumuz Aron Ralston (James Franco), âdeta kıçına neft yağı sürülmüş bir energizer tavşanı misâli, dere tepe koşturmayı mârifet sayan bir âdemoğludur.. Yine günlerden bir gün, Utah’da bulunan muhteşem bir kanyonda bisikletiyle tek başına pedal basmakta; bir elinde video kamera, önüne çıkan tepelere tırmanıp, aklına estiği yarıklara ve çatlaklara da girip girip çıkmaktadır..
Aron, belki -bencileyin- kendini doğaya tek başına atıp da takılmaktan hoşlanmaktadır ama, hiç de asosyal biri değildir.. Özellikle cins-i latiflere gereken ilgiyi göstermek, hobileri arasındadır.. Nasıl bir çekim gücü varsa artık, rastlaşmanın mucizelere kaldığı o muhteşem genişlikteki arazide bile, iki adet genç ve güzel bayanı bulmuş; akabinde de hemen sosyalleşerek, hep birlikte girdikleri yarıklardan -güle oynaya- yer altı göllerine atlamışlardır bile..
Sportmen, macera tutkunu ve ‘manyak’ yakışıklı bu adama eriyip bitmiş kızlara verdiği, gece partiye katılma sözüyle iyice coşan Aron, daha fazla adrenalin salgılamak üzre onlardan ayrılarak, başka bir yarığa daha girecektir.. Lâkin oradan çıkması, girdiği kadar kolay olmayacaktır..
Harekete geçen bir kaya parçasıyla, yarığın -kaya kadar pâyidar- duvarı arasına bir kolu sıkışarak, daracık bir ortamda ve kuş uçmaz kervan geçmez bir yerde mahsur kalan genç adam için, hayatının -bir film şeridi misali- gözünün önünden geçme zamanı, gayrı gelmiş gibidir..
Sanık Aron Ralston Ayağa Kalk
Film, her şeyden önce, bir dizi ihmâllerin ve yanlış toplumsal davranışların altını çizerek; özgürce davranışların -sanıldığı gibi- ‘sorumsuzluk’ anlamına gelmediğini vurguluyor.. Tamam, bu iyi hoş da, aceleyle evden çıkan oğlanın, İsviçre çakısı yerine, işe yaraması şansa kalmış, Çin malı bir çakıyı yanına alması, annesi aradığında telefonu açmaması ya da gideceği yeri ve zamanı kimselerle paylaşmaması gibi, yaptığı ‘hatalı davranışları/günâhları’, ona kesilen ‘cezaların’ nedeni olarak, bir bir karşımıza çıkarmasına ise itirazım var..
Âdeta bir savcı edasıyla, jüriye/seyirciye dönen filmin, “Günâhkâr Aron, yaptıklarının cezasını çekmiştir” şeklindeki ‘iştahlı’ tavır -doğrusu- hiç hoşuma gitmedi.. Yönetmen, daha fazla özgürlük isteyenlere, mesajını açıkça bağırarak: “Saçmalamayın ve bizim yanımızdan sakın ayrılmayın!” diyor.. Böylece de, bireyin sosyal hayatını hatta salt hayatını sürdürebilmesi için -en azından- kendi kendini dizginlemesi gerektiğini hatırlatarak, çizgiyi aşmaya niyetli kişileri -güzellikle korkutarak- merkezdeki ‘muhafazakâr hürriyet’ sınırlarına dâvet ediyor..
Bütün bunların üzerine Danny Boyle, Aron’un başına gelenleri -döndürüp dolaştırıp- kadere bağlamazsa eksik kalırdı.. Çok şükür ki bundan da geri kalmayarak, o kol sıkıştıran kayaya öyle bir ‘uhrevi’ misyon yüklendi ki o an haşyetten, âdeta gözlerimden yaşlar fışkırdı.. Meğer o allahın kayası, milyonlarca yıldır orada durmuş, bizim ‘zıpzıp’ oğlanı beklermiş de, aman da aman!
Evrenin sonsuzluğunda, bir kum tanesi üzerindeki bir toz kadar dahi değeri olmayan şu insanoğlunu sanki bir haltmışçasına bu kadar yüceltenlere de -terbiyemi fazla zorlamayarak- sadece pes diyorum..
Yalnızlık Allaha Mahsustur
Fazla abartıldığını düşündüğüm Milyoner (Slumdog Millionaire) ile Oscar kazandıysa da benim için her zaman şaheser Trainspotting‘in yönetmeni olarak anılası Danny Boyle‘un bu filmi, dağcı Aron Ralston’ın 127 saat, yâni -hemen kafadan hesaplıyorum- tam beş gün boyunca hayatta kalma mücadelesini anlatan, gerçek -ya da kendisinin yazdığı kadar gerçek- bir hikâyeye dayanıyor..
Şahane bir günün başlangıcında evinden aceleyle çıkarak, taparcasına sevdiği aşkıyla buluşmaya gider gibi mutlu ve neşeli bir vaziyette, kendini tabiatın kollarına bırakan Aron’u yanlış (Belki de doğru!) anlayan Doğa Kız, onu öylesine bağrına basar ki oğlanın oradan bir daha kurtularak özgür kalması imkânsız gibidir..
Özetle, “Yalnızlık Allaha mahsustur, kır bacağını da evinde otur” gibisinden mesajlara olan -yukarıda sıraladığım- itirazlardan geri adım atacak değilim.. Lâkin, bu doğal esaret boyunca, kahramanımızın iliklerine kadar yaşadığı korkunç acıyı, çok çok iyi ve yerinde kullanılmış -anı ya da halüsinasyon kaynaklı- flashback ve flashforward’lerle derinliğine hissettiren yönetmen Boyle’a saygı duymamak mümkün değil..
Tek kelimeyle mükemmel bir oyunculuk sergileyen James Franco‘nun, kendisiyle yaptığı ‘talk show’ sahnesi ise unutulmaz muhteşemlikte..
Son tahlilde, 127 Saat‘in (127 Hours), ‘hem kel hem fodul’ insanın, güçlü ve ‘acımasız’ doğa karşısındaki çaresizliğine karşın -her canlıda bulunan- yaşama tutunma içgüdüsüyle çırpınmaktan asla geri durmayacağını, gayet dinamik kamera kullanımıyla ve üst düzeyde seyreden bir enerjiyle anlatmayı başarabildiğini düşünüyorum..