Yazar olmak zor iş. Sözgelimi, onca emek verip yazdığınız roman, yayınevleri tarafından defalarca reddedilebilir. James Joyce dahil birçok yazarın bugün başyapıt sayılan eserleri bile çokça reddedilmiştir. Hadi yayınevine kabul ettirip bastırma şansı buldunuz kabul edelim kitabınızı, bu sefer de otoritelerin görüşlerini beklersiniz. Çoğu yazar, hayattayken saygınlık kazanamamıştır ne yazık ki. Bir yazarın rüştünü ispat etmesi için, herkesin bildiği ama kimsenin açıkça dile getirmediği bir kural vardır sanki: Ölmek! Evet, en iyi yazar ölü yazardır! Eğer rüştünü ispat etmemiş bir yazarsanız işiniz çok daha zordur tabii. İşte Çölde Kutup Ayısı (The Misfortunates) da kendini kanıtlamaya çalışan bir yazarın, Gunther Strobbe’nin hikayesini anlatıyor esas itibariyle. Ama beklenilenin aksine, bu bir ‘yazar filmi’ değil.
Strobbe’ler, bir işçi sınıfı ailesi: Ailenin tek kadını yaşlı anne, erkekler başıbozuk, alkole düşkün, serkeş bir haldeler. Biri hapse düşüp duruyor, biri kadından kadına koşmakla meşgul, biri de alkolik bir postacı. İşçi sınıfının bugünkü (düşürüldüğü) halinin pür meali kısaca bu tablo. Gunther, evin en büyük ağabeyinin, yani alkolik olanın oğlu. Zaten bize hikayeyi de o anlatıyor, gelecekten dış ses olarak. Yine bir işçi sınıfı filmi olan, Anadan Doğma’daki (The Full Monty) gibi erkekler arası ilişkilerden beslenerek örüyor dramatik yapısını film önce: biraz maço, biraz kaybetmiş, biraz aylak…
Aslında böylesi bir aileyi inandırıcı kılmak epey zor. Fakat Felix Van Groeningen, ilk yarıda belgeselvari bir uslup tercih ederek, bu sorunun üstesinden gelmeyi başarmış. Kamera ailenin içindeyken sürekli hareket halinde. Geçmiş, gelecek ve anı gözlemlerken, farklı biçimler deneyen yönetmen, film ilerledikçe kamerasını ağırlaştırmak ve çok karakterli bir anlatımdan ‘tek adam’ hikayesine sıçramalar yapıp durmak suretiyle, müthiş bir öz-biçim örtüşmesi gerçekleştirmiş. Yeri gelmişken, filmin kurgusunun da çok iyi olduğunu, o kadar sıçramayı sezdirmeden, rahatsızlık vermeden halledebildiğini belirtelim.
Çölde Kutup Ayısı bir yanıyla işçi sınıfından bir çocuğunun büyüme sancısını anlatırken –Billy Elliot gibi, diğer yanıyla da çaresizlikten yarı-meczuplaşan Kusturica ailelerine benzeyen ayrıksı, grotesk bir ailenin portresini çizmeyi başarıyor. Billy nasıl dansçı olmak istiyorsa, Gunther de yazar olmak istiyor. Bunun için neler yapmasının da gayet bilincinde. İlkin bu aileden -istemese de- kısmen kopmak zorunda. Nitekim bu kopma gerçekleşiyor bir yerinde filmin. Gunther okula yatılı devam etmek durumunda kalıyor. Babası alkolizm tedavisine başlıyor, zampara abisi durularak kız arkadaşına taşıyor, diğeri de hapisten (yine) tahliye oluyor. İşler yolunda gitmeye başlıyor gibi görünse de daha sonra tekrar rayından çıkıyor…
Bir çocuk için ‘sınıf olgusu’nu kavradığı dönem çok önemlidir. Filmin kerteriz alınması gereken noktası da, bana kalırsa Gunther’in sınıf farkını ayrımsadığı dakika. Birlikte oynadığı arkadaşı, artık onunla oyna(ya)mayacağını, ailesinin buna izin vermediğini açıkladığı an, Gunther için dönüm noktası oluyor. Gunther, bu dakikadan sonra, kökünden fazla uzaklaşamayacağının farkında olsa bile, hayatında köklü değişikliklere gidiyor. Her ne kadar satıhta açık seçik gözükmese de, yer yer uç veren, çok güçlü düzen karşıtı bir söylem yatıyor filmin alt-metninde. Gunther’in üzerinden eğitim ve adalet sistemine, gelir adaletsizliğine fiske fiske giydiriyor film.
Bu arada, Gunther gittikçe babasına benziyor, onun yaptığı hataları tekrar ederek (tek gecelik bir ilişkiden çocuk sahibi olmak vs.) yaşamına devam etmeye çalışıyor. Bu minvalde, tutunamayan temasından kopmadan, finale doğru ‘kendini iyi hisset filmi’ne evrilen Çölde Kutup Ayısı, mutlaka deneyimlenmesi gereken bir işçi sınıfı draması sonuç olarak…