“Basitçe şöyle. Matematikçilerimizin kabul ettiğine göre, uzayın üç tane boyutu vardır. Bunlara uzunluk, genişlik, kalınlık adı verilir ve bunlar her zaman diğer ikisine dik olan üç tane düzleme atfen tanımlanabilirler. Ancak bazı felsefeciler niçin özellikle üç boyut diye sormaktalar – neden üçüne de dik başka bir yön olmasın…”
Bu sözlerin sahibi birazdan evinde ağırladığı dostlarına yalnızca bir dördüncü boyutun varlığını değil, bu boyutta hareket edilebileceğini de ispatladığını açıklayacak. Ardından da icat ettiği makineyle geleceğe, 802701 yılına seyahat edecek. İngiliz yazar H.G. Wells’in bundan yüz küsur yıl evvel, 1895’te yayımlanan Zaman Makinesi adlı romanında sergilediği hayal gücünün sınırsızlığı insanı şaşırtıyor. Ama tarih pek çok şaşırtıcı hayalin gerçekleştiğine defalarca tanık olmadı mı? Örneğin farz edin ki Wells’in romanındaki Zaman Gezgini 100 yıl geriye, 1700’lü yılların sonuna gidip insanlara “sinema” denen şeyi anlatmaya çalışıyor. Emin olun ki insanlar bizim kadar anlayışlı olmayacak ve onu bir hayalperest değil, kaçık olarak nitelendirip bir tımarhaneye kapatacaklardı. Oysa tam da Wells’in kitabının çıktığı yıl insanlar sinemayla tanışıyorlardı. Beyaz bir perdede hareket eden fotoğraflar bir hayalin gerçekleşmesinden başka bir şey değildi.
Sinema tıpkı toplumlar gibi, teknoloji gibi hep gelişim içinde oldu. Önce ses geldi filmlere ve fotoğraflar konuşmaya başladı. Ardından dünyanın tüm renkleriyle bezendi insanların iki renkle izlemeye alıştığı filmler.
Bugüne gelindiğinde ise…
Bilgisayar teknolojileri sayesinde artık sinema perdesinde gösterilebileceklerin bir sınırı kalmadı. Uçan kahramanlar, büyük patlamalar, alev kusan canavarlar, acayip görünüşlü yaratıklar, uzayda gerçekleşen savaşlar, en inanılmaz dövüş sahneleri, arabaya, uçağa ya da kamyona dönüşen dev robotlar (ya da tam tersi), hatta artık aramızda olmayan kimi oyuncular bile bir parçası olabiliyor filmlerin. Biz ne zaman “tamam artık, daha fazlası mümkün değildir herhalde” diye kanaat getirme gafletinde bulunsak sinema yeni bir sürprizle karşımıza çıkıp bizi yeniden şaşırtmayı başarıyor üstelik. Son olarak 3 boyutlu filmlerle yaptığı gibi…
3 boyutlu sinema* kısa bir süre öncesine kadar yalnızca bilimkurgu filmlerinde gördüğümüz bir teknolojiyle tanıştırdı bizi. Bu teknoloji ve takacağımız bir gözlük sayesinde artık filmde izlediğimiz dünyanın bir parçası olabiliyoruz. Denizin derinliklerini gösteren bir filmde balıklar başımızın hemen üstünde yüzüyor, ya da son olarak sinemalarımızda gösterilen Sevgililer Günü Katliamı (My Bloody Valentine) filminde olduğu gibi manyak katilin kurbanına savurduğu kazma sizin burnunuzun dibinden geçiyor.
Olayı bana indirgersek ne yalan söyleyeyim, bugüne kadar ben bir deniz belgeseli hariç hiçbir üç boyutlu filmden ekstra keyif almadım açıkçası. Benim gibi Şaşı Bak Şaşır’lardan bile randıman alamayan (yoksa bir tek ben miyim o resimlerde bir şey göremeyen?) 3 boyut özürlülerine göre bir şey değil mi acep bu 3 boyutlu filmler? Ya da filmin şeklini düşünmekten içeriği savsaklarcasına oluşturdukları için mi samimi bulmuyorum bu filmleri?
Sevgililer Günü Katliamı’nda da pek bir içerik yok zaten. Basit bir “katil kim” gerilimi ve bol kanlı katliamlar serisi… Rekor sayıda madenci ve madenci yakınının öldüğü film gariptir ki Sevgililer Günü şerefine çekilmiş. Bizdekide laf! Bu kahpe düzende Zonguldak’taki madenciler şerefine çekilecek değildi ya.