Geçen hafta vizyona 9 film girmesine rağmen tatmin olmamıştık. Oysa bu haftanın üç filminden her biri kendi alanında seyir keyfi vermeyi başarıyor. Tamam, birer şaheser değiller, ama özellikle Türk filmlerinden oluşan kötü filmler kuşağından sonra izleyiciye ferahlık vermeyi başarıyor. Haftanın filmi olarak Hırsızlar Şehri‘ni seçmemizin sebebi Amerikanya’da kopan yaygaraya kendimizi kaptırmamızdan dolayı değil, yaşadığımız dünyaya en çok temas eden film olmasından.
Boston’ın Charlestown semti, nesiller boyunca yetiştirdiği soyguncuları ile meşhur. Bu soyguncular hayatları boyunca Charlestown’ı terk etmiyorlar ve sessizlik yemini ile birbirlerini kolladıkları bir dayanışma içinde yaşıyorlar. Annesi tarafından küçük yaşta terk edilen, babası ömür boyu hapse mahkum olan ve buz hokeyinde profesyonel olma şansını kaybeden Doug MacRay, James Coughlin’in ailesi tarafından sahipleniyor. Dough ve James arasındaki dostluk öylesine sağlam ki, James bu uğurda gözünü kırpmadan cinayet işleyip 9 yıl hapis yatıyor. İki arkadaş daha sonra baba meslekleri olan soygunculuğa devam ediyorlar. Son soygunlarında rehin alıp daha sonra serbest bıraktıkları banka müdiresi Claire Keesey’in aynı mahallede yaşadığını öğreniyorlar. Claire’in kendileri için bir tehdit oluşturup oluşturmadığını öğrenmek için takibe girişen Dough, ister istemez Claire ile yakınlaşıp ona aşık oluyor. Hayatında ilk kez başka bir hayatı yaşama isteği duyan Dough, peşindeki FBI bir yana, Charlestown dünyasının prangasından kurtulmak için zorlu bir mücadele vermek zorunda kalıyor.
Can Dostum (Goog Will Hunting, 1997) ile Oscarlı bir senarist ünvanı taşıyan Ben Affleck’in kamera arkasına meylini hatırlamak için Kızımı Kurtarın (Gone Baby Gone, 2007) filmine kadar beklemek gerekti. Beklentileri aşan bir başarı göstermesinin ardından, öncelikle başrolü için dahil olduğu projede ısrarlar sonucu yönetmenlik koltuğuna da oturdu. Bunun bir başka nedeni de Ben Affleck’in hikayenin geçtiği Boston’da büyümüş olması.
Hırsızlar Şehri’nin başarısı, soyguncu karakerleri odağına alması, onların duygusal dünyalarını rahat bir tempo içinde aktarması, çok yönlü av-avcı gerilimini diri tutması, abartısız ama heyecanlı bir aksiyonla seyirci ilgisini her daim üzerinde tutmasından kaynaklanıyor. Bu nedenle Büyük Hesaplaşma (Heat, 1995) ile karşılaştırılması makul, ama onu aştığını ya da ona denk olduğunu söylemek abartı olur. Çıkardığı patırtıya takılmadan, romantik bir soygun filmi olarak keyfini çıkarmak gerekli.
Oysa bunun çok daha ötesine geçebilirdi, ama sosyo-ekonomik çerçeveyi göz ardı ederek bu fırsatı kaçırıyor. Nedir o sosyo-ekonomik çerçeve? Filmin konusunu aktarırdığım paragrafın ilk iki cümlesine bakınca bunu rahatlıkla görebilirsiniz.
[ Deniz Akhan ]
Evvel zaman içinde, uzak bir ülkenin hamile kraliçesi, doğum yapmaya az zaman kala ölümcül bir hastalığa tutulmuştur.. Bu hastalığa şifa olabilecek tek şey, nadir rastlanan bir çiçektir.. Kralın askerleri, bir cadı tarafından gizlenmiş bu çiçeği bulur.. Böylece kraliçe iyileşir ve nur topu gibi bir kız çocuğu dünyaya getirir.. Gel gelelim, kendisine ebedi gençlik sağlayan bu ‘sihirli’ çiçeği yitiren Cadı da bebek prensesi kaçıracak; onu, ormanın derinliklerinde gizlenmiş bir kuleye hapsedecektir..
Yıllar boyunca, bütün dünyası bu kuleden ibaret olarak büyüyen kızın haliyle saçları da uzamış, tam yirmi metreyi bulmuştur.. Cadı, kapısı iptal edilmiş bu kuleye, en tepedeki penceresinden aşağı sarkıtılan saça tutunarak inip, çıkmakta; en mühimi de bu altın sarısı saçlar, sihirli çiçeğin işlevini üstlenerek, Cadı’ya ebedi gençliği sağlamaktadır..
Bir gün yakışıklı bir genç adam, kuleye girmeyi başarır.. Siz de hemen fark ettiniz ki asıl macera, işte bu ‘dünyalar güzeli’ çiftin karşılaşmasıyla başlar.. Görelim bakalım, bu masalın da sonu diğerleri gibi, “Onlar ermiş muradına, biz çıkalım kerevetine” şeklinde mi hitam bulacaktır?
Filmin adı -ne hikmetse artık- Karmakarışık (Tangled) olmakla birlikte -hemen de fark ettiğiniz üzre- konu edindiği masalın adı Rapunzel‘dir.. Alman edebiyatının mühim yazarlarından Grimm Kardeşlerin bu masalı filme aktarılırken, isim değişikliği gerektirecek kadar değilse de baya bi değişikliğe uğramış aslında.. Müzikal özellik de gösteren filmin orijinalinde prensesi, şarkıcı-oyuncu Mandy Moore seslendiriyormuş belki ama, ben Türkçe dublajlısını seyrettiğim halde, sesleri ve Türkçe söylenen şarkıları da gayet başarılı buldum..
Her yaştan, her baştan seyircinin zevkle izleyebileceği, fantastik olduğu kadar romantik, fazlasıyla da komik bir film olan Disney yapımı Karmakarışık‘ı, bitmekte olan bu yılın en iyi animasyonu ilân etmekte hiçbir sakınca görmüyorum..
[ Numan Serteli]
Greg ve Pam Focker çiftinin filme adını veren küçük ikizleri için düzenlenecek görkemli doğum günü partisi ve onlara lâyık okul beğenme süreci ekseninde olaylar gelişir.. Bu arada, erkek hemşire Greg’in, ek iş olarak yapmaya kalkıştığı ilaç tanıtımında belki de dünyanın en güzel tıbbi mümessili Andi Garcia partneri olunca -en başta ‘yanlış anlaşılma’ olmak üzre- damadın başına gelecekleri tahmin etmek için müneccim olmaya gerek yoktur sanırım..
Yönetmen Jay Roach imzalı Zor Baba (Meet the Parents, 2000) ile başlayan, özellikle, sakar damat Greg Focker (Ben Stiller) ve eski CIA ajanı Jack Byrnes (Robert De Niro) arasındaki çekişmeye odaklanarak komikliğini coşturan serinin üçüncü filmine de bu yıl itibarıyla kavuşmuş bulunuyoruz.. Hayırlısı olsun..
Yönetmenliğe Paul Weitz‘in geçtiği Zor Baba 3’te, damat Greg Sker ile asabi kaynata Jack’in didişmeli maceraları hız kesmeden devam ediyor..
Altı yıl önce çekilen ikinci film Zor Baba ve Dünür (Meet The Fockers, 2004) ile devreye giren, sülalenin erkek tarafı da yine formunda tabii.. Bütün bunlar yetmezmiş gibi, Pam’in aşk acısı çeken eski sevgilisi Kevin (Owen Wilson)’da olaya müdahil olunca, tabii ki gelsin kahkahalar, gitsin kıkırdamalar..
Serinin ilk filmlerini görüp de beğenenlerin bunu da izlemeleri şüphesiz ki kendilerine farz.. Lakin -bencileyin- bu tür güldürülerle pek de gıdıklanmayan, daha doğrusu gülmek için kendini zorlayanlardansanız eğer, sizin de bu filmi görmek için bir sebebiniz var deyu da düşünüyorum.. O da, başta Robert de Niro olmak üzere, filmin muazzam oyuncu kadrosundaki Barbra Streisand, Dustin Hoffman, Harvey Keitel ve Laura Dern‘in son vaziyetlerine tanıklık etmek ki bence bu da gayet güzel bir sebep..
[ Numan Serteli]