Yaz dönemine göre zengin sayılabilecek bir yeni vizyon haftasına giriyoruz… İzlenebilecek beş yeni filmimiz var: François Ozon’un etkileyici çalışması Yuva… Geçen haftalarda Yaşamaya Değer’le bizi büyüleyen Josiane Balasko’nun yeni filmi Müşteri… Güney Kore sinemasından korku örnekleri Ölüm Zili ve Ölüm Peşimizde… Ve artık klasikleşen animasyonlardan Oyuncak Hikayesi’nin üçüncü bölümü… Herkese iyi seyirler!
Le Refuge/ Hideaway/ Yuva
Yön: François Ozon
Sen: Mathieu Hippeau, François Ozon
Oyn: Isabelle Carre, Louis-Ronan Choisy, Pierre Louis-Calixte, Melvil Poupaud
Yapım: 2009, Fransa, 88 dk.
“Bu hafta Le Refuge diye bir film giriyor vizyona… Lütfen kaçırmayın! Kendinizi mutlu etmek, iyi şeyler hissetmek, tadı damağınızda kalacak 1-2 saat geçirmek, kendinizi ödüllendirmek, bambaşka gerçeklere dalıp çıkmak, heyecanlanmak, düşünmek, anlamak vs için… Hayat için… Başınıza gelebilecek mutlak bir iyilik olarak lütfen izleyin!” sözleriyle çağrıda bulunmuştum geçenlerde facebooktaki sayfamdan dostlarıma, arkadaşlarıma… Tersninja’daki yazılarıma benzer girişler yaptığımda çok sevdiğim gazeteci yazar dostum Cumhur Canbazoğlu tarafından öznel olmak ve fazla duygusal bir üslup kullanmakla eleştiriliyor olsam da, bu etkide bir film bulduğum zaman ne yazık ki coşkumu gizlemekte güçlük çekiyorum.
İşte Le Refuge/ Hideaway/ Yuva da benim özel filmlerimden artık. Bir François Ozon yapıtı. Fransız sinemasının kendine has büyüsüne duyduğum tutku, yönetmenin kişisel becerileriyle de pekişince genelde tadına doyulmaz işler çıkıyor ortaya. Ozon, birbirinden farklı işler yapsa da genelde her filmini sevdiğim ve çağdaş sinemanın insan çözümlemesi/ psikolojik tahlil konularında en başarılı bulduğum yönetmenlerinden biri. Özellikle 2000’lerde çektiği pek çok filmle, belleklerimizde de varlığı her daim aktif: Her daim gündemimizde Sous la Sable/ Under the Sand/ Kumun Altında (2000), 8 Femmes/ 8 Women/ 8 Kadın (2002), Swimming Pool/ Havuz (2003) Cinq Fois Deux/ Five Times Two/ 5 x 2 (2004), Le Temps Qui Reste/ Time to Leave/ Veda Vakti (2005) ve Ricky (2009).
Ve gelelim Ozon’un 2009’daki ikinci çalışması Yuva’ya… Öncelikle filmin bendeki duygusunu sizde de canlandırabilmek adına bazı benzetmelere başvuracağım… Mesela Ken Loach’tan Ae Fond Kiss/ Duygudan da Öte veya Tom Tykwer’dan The Princess and the Warrior/ Prenses ve Şövalye, Julio Médem’den Los Amantes Del Circulo Polar/ Kutup Çizgisi Aşıkları ya da Ang Lee’den Sense and Sensibility/ Aşk ve Yaşam gibi… Arşivimde her zaman durup, içimi ısıtacak bir şeyleri özlediğimde tekrar tekrar izleyeceğim ve içinde hayata dair yeni umutlar bulabileceğim türden bir film Yuva. Çünkü mutlu olmak için ya da yaşamak için tek bir yöntem ya da biçim veya mutlak doğru olmadığını bağır bağıra söylüyor. Aslında beğenmediğimiz Sex and The City’nin ikinci bölüm finalinde de basitçe anlatıldığı gibi, gelenekleri ya da öğretilmiş yaşam biçimlerini bizi mutlu edecek şekilde kendi kişisel değer/ beklenti ve motivasyonlarımız doğrultusunda yorumlayabiliriz. Ve bu hayatta, yangın yerinde mutlu olabilmenin, daha doğrusu savaşmayı bırakıp huzur bulabilmenin tek yolu belki de bu kapıları açmaktan geçer…
Yuva, ilk önce aşık çift Mousse (Isabelle Carre) ve Louis (Melvil Poupaud) ile tanıştırıyor bizi. Paris’te boş bir apartman dairesinde sevişerek, müzik yaparak ve eroinle kendilerinden geçerek yaşıyorlar. Fakat ne yazık ki sonunda Louis aşırı doz kurbanı oluyor ve geride kalan Mousse ise yitirdiği sevgilisinin bebeğini taşıdığını öğreniyor çok geçmeden. Cenaze töreninin ardından, Louis’in ailesinin bu hamileliğe son verilmesini istediğini ve Mousse’un hiç yorum yapmadan/ karşı çıkmadan mekanı terk ettiğini görüyoruz. Onunla ikinci karşılaşmamız ise Fransa’nın bir sahil kasabasında, ağaçların arasındaki küçük müstakil evde gerçekleşiyor… Mousse’la ve artık doğuma çok yaklaştığını anlatan, biçim değiştirmiş bedeniyle.
Tabii ki değişen sadece bedeni değil Mousse’un… Filmin ilk karelerinde uç, sıradışı, bağımlı, zevk içinde uyuyan, hayattan kopuk bir karakter olarak gördüğümüz marijinal gençkız sevdiği adamı yitirişinin ardından kederi ve özlemi yaşayan, dünyaya bir canlı getirmenin sorumluluğunu tek başına almış olma fikriyle hem güçlenmiş ve hem de artık hayatta ayakta kalabilme kaygısının bilinciyle yaşayan, bir yandan kaderin bu cilvesine karşı içten içe öfke duyan ama bir yandan da boyun eğmişliğin izlerini taşıyan, yeni gerçeğini ve yeni benliğini tanımaya ve anlamaya çalışan bir kadın olarak karşımıza çıkıyor bu kez. Tüm jestleri, mimikleri, ritmi ve kalp atışlarıyla, alabildiğine gerçek halde…
İşte bu tablonun içine aniden, beklenmedik bir figür düşüyor… Ölen sevgilinin erkek kardeşi Paul (Louis-Ronan Choisy)… Tıpkı şahane çizilmiş Mousse profili gibi, Paul de tüm naifliğiyle, içinde bulunulan durumun dinamikleriyle baş edebilecek yetide kurgulanmış son derece başarılı bir karakter. Mousse’un hayatla, korkularıyla, bedenindeki değişimlerin, arzularının ve umutsuzluklarının sıkıntısıyla verdiği savaşta adeta bir kurtarıcı, bir mucize… Her şey o kadar anlamlı ve değerli görünüyor ki, izleyici olarak bu noktada bir aşkın filizlenmesini beklemekten alıkoyamıyoruz kendimizi… Ancak film sürprizlerini sürdürüyor ve Paul’ün tercihlerinin hemcinslerinden yana olduğunu öğreniyoruz.
O halde aşkı geçelim… Ve zaten her şey aşk mı ki? İki insanın birbirlerine neler verebileceğini, neler hissedebileceğini, hangi motivasyonlarla birbirleri için büyük bir tutkuya dönüşebileceklerini müthiş bir alternatif modelle sunuyor izleyiciye film. Ve insana dair sorgulamalarını, anneliğin de alternatif modelleri/ yaşamın da alternatif mutluluk biçimleri olabileceği mesajıyla sürdürüyor.
Cinsiyetten bağımsız olarak, hayatın çok daha derinliklerinde başka ortaklıklarla nasıl büyük bağlar kurulabileceğini bu denli güçlü biçimde anlatabilecek az yönetmen tanıdığımı iddia edebilirim. Ozon iyi ki var, iyi ki insanla uğraşıyor ve iyi ki bu uğraşta tüm önyargılardan sıyrılmış büyük bir cesaretle yoluna devam ediyor. En büyük sırrı da, bence asıl kendi içinde taşıdığı insan sevgisi… Aksi takdirde Mousse ile Paul’ün arasına o olağanüstü sevgiyi yerleştiremez ve bu tek başına kadının yaşam gerçeğini bir yuvaya dönüştüremezdi. Beni büyüleyen bu filmi şiddetle ve şiddetle tavsiye ediyorum!
Cliente/ Müşteri
Yön: Josiane Balasko
Sen: Josiane Balasko, Franck Lee Joseph
Oyn: Nathalie Baye, Eric Caravaca, Isabelle Carre, Josiane Balasko
Yapım: 2008, Fransa, 108 dk.
Ellili yaşlarında bir kadın olan Judith, internet sitelerinden seçtiği erkeklerle birlikte olarak vakit geçirmekte ve hayatında kendine küçük eğlenceler yaratmaya çalışmaktadır. Sonunda bu sanal dünyada tanıştığı kişilerden biri olan Patrick’le düzenli olarak görüşmeye başlar. Fakat genç adamın amacı kazandığı parayla eşi Fanny’nin kuaför salonunun ipoteğini ödemektir. Fanny olanları öğrendiğinde Patrick’in bu işe daha fazla devam etmesine engel olur. Ancak gün gelip paraları bitmeye başladığında, Fanny kocasını bu kez kendi ellerliyle Judith’e gönderecektir.
Filmin beni en çok heyecanlandıran yanına gelince… Hem yönetmen koltuğunda hem de oyuncular arasında gördüğümüz Josiane Balasko’nun, birkaç hafta önce vizyona giren Le Herisson/ The Hedgehog/ Yaşamaya Değer filmindeki apartman görevlisi rolüyle hayran kaldığım o muhteşem kadının ta kendisi olması! Balasko, ayrıca geçen yıl Aksanat’ta sahnelendiğinde büyük ses getiren Koca Bir Aşk Çığlığı oyununun da yazarı… Kendisiyle hala tanışmadıysanız, lütfen doğru sinemaya!
Gosa/ Death Bell/ Ölüm Zili
Yön: Yoon Hong-Seung
Sen: Yoon Hong-Seung, Kim Eun-Kyeong
Oyn: In-Sook Choi, Da-Geon, Sung Jin, Yi-Seul Kang
Yapım: 2008, Güney Kore, 88 dk.
Gosa, kolejlere girmek için her Koreli öğrencinin vermesi gereken bir sınavdır. Okulun en başarılı yirmi öğrencisi bu sınava hazırlanmak üzere seçilerek bir sınıfta toplanır ve özel bir çalışma sürecinin içine girerler. Fakat, ders video gösterimi ile başlamışken aniden görüntü kaybolur ve o an oturduğu sırada bulunmayan bir öğrenci, hızla dolmakta olan bir akvaryumun içinde ekrana gelir. Arkadan gelen ses ise, akvaryumun üzerindeki sorunun zamanında çözülememesi halinde genç öğrencinin yaşamını yitireceğini söylemektedir…
Ölüm Zili, yönetmen Yoon Hong-Seung’un ilk filmi. Uzak Doğu sinemasının, özellikle de Güney Kore çıkışlı gerilim filmlerinin son yıllardaki başarısı göz önünde bulundurulduğunda, Ölüm Zili’ne bir şans verilebilir.
Toy Story 3 / Oyuncak Hikayesi 3
Yön: Lee Unkrich
Sen: Michael Arndt, John Lasseter, Andrew Stanton, Lee Unkrich
Seslendirenler: Tom Hanks, Tim Allen, Joan Cusack, Don Rickles
Yapım: 2010, ABD, 103 dk.
Woody, Buzz ve sevimli çetenin maceraları yeniden başlıyor! Woody ve Buzz, sahipleri Andy’nin günün birinde büyüyeceğini ve kendilerinden vazgeçeceğini artık kabullenmiş olsalar da, o gün gelip çattığında ne yapacaklarını bilememenin korku ve sıkıntısı içindedirler. Çünkü Andy üniversiteye gitme hazırlıklarına başlamıştır bile…
Yönetmen Lee Unkrich’i serinin önceki bölümü dışında Finding Nemo/ Kayıp Balık Nemo ve Monsters/ Sevimli Canavarlar gibi filmleriyle tanıyoruz. İlk filmin yönetmeni John Lasseter ise bu bölümde sadece senaristler arasında yer almış. Oyuncak Hikayesi ünlü oyuncuların sesleriyle ve aynı zamanda 3D olarak küçük-büyük izleyicileri salonlarda bekliyor…
Ölüm Peşimizde / Yoga Hakwon
Yön: Jae-Yeon Yun
Oyn: Cha Soo Yeon, Park Han Byul, Cho Eun Ji
Yapım: 2009, Güney Kore, 97 dk.