Bakmayın siz Hazanavicius’un, Artist‘in En İyi Film Ödülü’nü kazanmasının hemen ardından başlıca referans olarak Billy Wilder’ı göstermesine. 84. Oscar töreninin galibi, Akademi’nin yalnızca ülke / dünya tarihine değil, kendi geçmişine de şaşı bakmasının göstergeleri arasında yer alacak.
Tuncer Çetinkaya
1928 yılında gerçekleşen ilk törenden bu yana pek çok değerlendirmesi tartışmaya açık olan Oscar’ın daha ilk kazananı olan The Wings / Kanatlar da sanatsal düzlemde küçük bir sarsıntıya neden olmuş, üyelerin uydurma bir ödülle geçiştirdiği Murnau’nun Sunrise / Şafak’ı dönemin en başarılı filmlerinden biri olarak tarihe geçmişti.
30’ların çalkantılı Büyük Bunalım günlerini müzikaller ya da Capra’nın içi boş iyimserlik rüzgârıyla geçiştirmeye çalışan Hollywood, 2. Dünya Savaşı’nda propaganda filmlerini öne çıkarmış, Soğuk Savaş’ı görmezden gelirken, McCarthy yıllarını ise derin bir sessizlikle geçirmişti. 60’ların karşı kültür hareketlerinin tüm dünyayı etkisi altına aldığı dönemde izlenen revizyonist çizgi sayılmazsa, sektörün neredeyse bütün tarihi, dönemin ABD politikalarının yansıması haline gelmişti.
Sistemin zaaflarına işaret eden ve Amerikan Rüyası’na eleştirel bir bakışla yaklaşan Chaplin’in, kara filmlerin, Orson Welles ve Kubrick’in hemen hiç ödüllendirilmediği Oscar törenlerinin galipleri arasında The Broadway Melody, Cimarron, The Greatest Show on Earth, Rocky gibi filmlerin bulunduğunu anımsamak her şeyi özetlemekteydi.
Bütün bu verilerin ışığında gerçekleşen 84. Oscar töreni, büyük sürprizlerin yaşanmadığını yıllardan biri olarak akılda kaldı.
Bu yılın öne çıkan filmlerine bakıldığında; başarı öyküleri aracılığıyla kitlelere güven aşılayan filmlerin varlığını sürdürmesi bir yana, yarışın The Artist ve Hugo arasında geçeceği tahmin ediliyordu. İki filmin ortak özelliği, seyirciyi yedinci sanatın tarihine doğru bir yolculuğa çıkarmalarıydı.
The Artist, sessiz sinemanın son günlerini merkezine alırken dönemin ruhunu (hiç değilse teknik yaklaşımıyla) yakalıyor ve sessiz estetiğiyle dikkat çekiyordu. Buna karşın film, ana karakteri George Valentin’e uygun gördüğü iyimser finaliyle, benzer bir temadan yola çıkan Sunset Bulvarı‘ndan ayrılmış; hatta aynı tarihsel süreci arka planına alan Singin’ in the Rain‘in gerçekliğinin de uzağına düşmüştü. Filmin, ismine bakılınca Rudolph Valentino’dan yola çıkıldığını varsayabileceğimiz; ancak kaderi daha çok John Gilbert’e benziyor gibi görünen ana karakteri, sessiz sinemanın krallarından biri olarak resmediliyordu. Filmlerin sese kavuşmasına, başlangıçta -Chaplin gibi- aldırmayan kahramanımız, araya yönetmen Hazanivicius girip, kendisini Fred Astaire’e dönüştürmese umarsızlığının bedelini ağır ödeyecekti.
Akademi’nin tarihi çarpıtmasına ve gerçeği bükmesine yeni bir kanıt olarak sunacağımız The Artist, En İyi Film ve Yönetmen ödüllerinin yanı sıra, Erkek Oyuncu, Müzik ve Kostüm dallarının da sahibi oldu. Filmin, parlak bir buluşla sessiz çekilmesinin ve naif anlatısının Akademi üyelerinin gönlünü çelmede etkili olduğunu söyleyebiliriz.
Gecenin diğer favorilerinden sayılan Martin Scorsese imzalı Hugo ise yedinci sanatın ilk önemli yönetmenlerinden Georges Melies’nin öyküsünü üç boyutlu görüntüler aracılığıyla aktarıyordu. Kariyerine sihirbaz olarak başlayan ve en tanınmışı La Voyage Dans la Lune / Aya Yolculuk olan bir dizi fantastik filme imza atan yönetmen, 1. Dünya Savaşı yıllarına ayak uyduramayarak perdeden çekilmek zorunda kalmıştı.
Sinema tarihinin çeşitli dönemlerine ilişkin belgesellerine de rastladığımız Scorsese’nin 20. yüzyıl başlarındaki Paris’i büyük bir başarıyla inşa ettiği “sinemaya saygı duruşu” niteliğindeki film, her ne kadar bir sürpriz yaratamayıp temel dallarda The Artist’in uzağına düşse de, Görüntü ve Sanat Yönetimi, Görsel Efekt, Ses Kurgusu ve Miksaj gibi teknik dallarda Oscar’ın sahibi oldu.
Woody Allen’ın Play it Again Sam / Tekrar Çal Sam (Yönetmen: Herbert Ross) ve The Purple Rose of Cairo / Kahire’nin Mor Gülü gibi klasiklerinin izinden giderek çektiği yeni kaçış filmi Midnight in Paris / Paris’te Geceyarısı, evliliğe adım atmak üzereyken kendisiyle yüzleşen bir adamın fantastik öyküsüne odaklanmaktaydı. Yardımcı rollerde Hemingway, Picasso, Dali, Fitzgerald gibi isimlerin yer aldığı başarılı yapım, Allen’a hiç umursamasa da Özgün Senaryo Oscar’ı kazandırdı.
Alexander Payne’in önceki iki filmine benzer temalardan yola çıkan The Descendants / Senden Bana Kalan’ı, kendisini aldattığını öğrendiği karısını kaybetmek üzere olan Matt King’in iki kızını kazanarak aile babası olma serüvenini konu alıyordu. Hart Hemmings’in romanını temel alan yapım, Uyarlama dalında Oscar’ın sahibi oldu.
Gecede, The Iron Lady / Demir Leydi ile tam on yedinci kez aday olduğu Oscar’a üçüncü kez ulaşan Meryl Streep’in mutluluğu gözlerinden okunuyordu. Ne var ki film, Reagan ile birlikte 80’lere damgasını vuran ve Yeni Sağ politikaları kuramsallaştıran Margaret Thatcher’ı aklamaktan öte bir işlev üstlenmiyordu. Akademi’nin 80’li yıllardaki politikası hatırlanacak olduğunda hiç de yadırgatıcı olmayan bu duruma yanıtı, Stephen Frears yıllar önce vermişti.
Bütün bunların dışında, ayrılmak üzere olan bir ailenin dramını ele alan Jodaeiye Nader az Simin / Bir Ayrılık’la “Yabancı Dilde En İyi Film Oscar’ı” alan Asghar Ferhadi’nin geceye damgasını vurduğunu söyleyebiliriz. İranlı yönetmen, önceden tasarlanmış haritaları hayata geçirmek adına yeni işgallere zemin hazırlanan topraklarda barış mesajını yalnız ülkeleri değil, tüm Ortadoğu halkları adına talep eti. Benzer anlar, Octavia Spencer’ın En İyi Yardımcı Kadın Oyuncu ödülünü almak üzere sahneye çıktığında da yaşandı. Ödülünü; Griffith başyapıtı A Birth of a Nation / Bir Ulusun Doğuşu‘ndan bu yana her türlü ayrımcılığa maruz kalan siyahî oyuncular adına alan başarılı oyuncu, aynı ödüle tam 72 yıl önce değer görülen Hattie McDaniel gibi gözyaşlarına engel olamıyordu.
Yıl içinde kaybedilen sinema adamlarının anılması sırasında dikkatimizden kaçmayan bir nokta, hatırlanan isimlerin arasında Angelopoulos’un yer almayışıydı. Sanatçının Akademi üyesi olmaması ve daha önce Oscar’a aday gösterilmeyişi gibi nedenler sıralansa da, gönlümüz Oscar’ları arasında en seçkin yerin Theo’ya ait olduğunu belirterek yazıyı noktalayalım..