Komedi filmlerinin muzip yüzü Leslie Nielsen, 28 Kasım günü Florida’da hayata gözlerini yumdu. İlkin televizyon programlarıyla ünlenen komedyen sinema kariyerine, günümüzde kült sayılan Yasak Gezegen (Forbidden Planet, 1956) ve Poseidon Macerası (The Poseidon Adventure, 1972) gibi gayet ciddi yapımlarla başlamıştı aslında.
Sonradan yavaşça komediye kayan oyuncu, patlamasını ise Monty Python ve Brooks mizahının ardılı diyebileceğimiz ZAZ (David Z-ucker, Jim A-brahams ve Jerry Z-ucker’dan mürekkep yazar-yönetmen üçlüsü) ekibinin çıkış filmi olan Airplane! (1980) sayesinde yaptı. Başta Çıplak Silah (The Naked Gun: From the Files of Police Squad!, 1988 ; The Naked Gun 2½: The Smell of Fear, 1991 ; Naked Gun 33 1/3: The Final Insult, 1994) serisi olmak üzere ZAZ’ın artık iyice sulandırılmış, başkalaşmış son uzantıları olan Scary Movie 3, 4 ve Superhero Movie gibi filmlerde de rol almıştı en son.
Leslie Nielsen, bunların haricinde çoğu zaman ZAZ’vari düşük ve B-tipi/TV komedi filmlerin aranılan oyuncusu oldu. Tek bir istisna hariç: 95’te Mel Brooks’un çektiği -aynı zamanda Profesör Van Helsing karakterini de canlandırdığı- Dracula (Dracula: Dead and Loving It) ise filmografisinin en nadide parçasıdır bana göre. Dracula-vampir parodisinin, Roman Polanski başyapıtı Dance of the Vampires (1967) ile beraber eşik taşı olabilecek düzeydedir. Film, eksen filmi Francis Ford Coppola’nın Dracula’sını tiye almakla kalmaz, türün bütün yerleşik kodlarını da kendine meze yapar tek kelimeyle.
Peter MacNicol’un başarı ile canlandırdığı, ileriki dakikalarda meşum Dracula’nın (Leslie Nielsen) yaveri olacak olan avukat Renfield’in Transilvanya’ya doğru yola çıktığı sahneyle açılır film. (Burada karakteristik Brooks mizahı işlemeye başlar: Reinfield’in İngiliz oluşu arabadakilerin dikkatini çeker hemen. Yahşi Batı’nın –Cem Yılmaz’ın bu filminin Mel Brooks’un Western parodisi Blazing Saddles’ten bolca esinlendiğini belirtmemize gerek var mı?- başında da posta arabasıyla, İngiliz-Fransız ikiliği üzerinden mizah yapılıyordu, anımsayacaksınız.) Transilvanya’ya yaklaşılırken, ilk durakta, korku sinemasının kalıplaşmış; ‘oraya bilmek kaçtan beri kimse gitmedi, orası çok tehlikeli’ gibi cümleleri dökülmeye başlar yerli halkın ağzından. Ne var ki, Reinfield görev adamıdır, Kont Dracula’nın İngiltere’de aldığı evin satış işlemlerini yapmak üzere yoluna devam eder. Dracula’mız çok misafirperverdir tabii, orada geçirdiği bir gecenin ardından, Reinfield artık yarı meczup bir zavallı yardımcı olarak Dracula’nın hizmetine amadedir. Dracula, Reinfeld’i de yanına alıp, İngiltere’ye giderek eylemlerine orada devam edecektir…
Günümüz hakim mizahının (Woody Allen türevi) aksine fazla lafazan olmayan, yüze ve vücuda dayalı, cinselliği sömürmeyen, 90’ların ortasında çekilmiş olmasına rağmen 80 görünümlü bir durum komedisi Dracula. Önceki Brooks filmlerinde genelde kendisini merkeze alan üstad, burada bütün oyunu Leslie Nielsen’in sırtına yüklemiş. Nielsen de bu işin üstesinden alnının akıyla gelmiştir. Oyuncunun, özellikle filmin ortalarına doğru, iyice çığırından çıkan olayları yönetmekte zorlandığı sahneler deyim yerindeyse kırıp geçirir. Filmde benim en sevdiğim sahne, Dracula’nın tabuttan çıkarken başını avizeye vurduğu sahnedir. Nielsen, kendine has üslubuyla delikanlılığa leke sürdürmeden, ya avizenin yahut da tabutun yerini değiştirmek gerektiğinden dem vurur. (2000’lerin başında henüz 15 yaşında iken özel bir TV kanalında izlediğim versiyonunda Nielsen’i olağanüstü bir şekilde seslendiren, Dracula karakterini Türkçe konuşturan (söyleyen) dublaj sanatçısı Sezai Aydın’ı da burada anmak gerek diye düşünüyorum. Aydın, Dracula‘yı bu kadar çok sevmemde en önemli faktördür. )
Filmin bir diğer önemli özelliği, kan kullanıma getirdiği hafif mübalağa lakin dengeli yorumdur. Türün, yukarıda sayageldiğimiz Scary Movie gibi çeşitlemelerinde bugün dozajı kaçırılan kan kullanımı, bu filmin birkaç sahnesinde – kazık çakma ve parmaktan fıskiye misali fışkıran kan sahnesi; filmin unutulmazları arasında başı çeker aynı zamanda – ders niteliğindedir adeta.
ZAZ’ın ak saçlı çıplak silahşörü artık fiziken aramızda değil. Ama o, dönüş yolunda Azrail’i de dalavereye getirmiştir muhtemelen yüzünde o safımsı-kurnaz gülümsemesiyle. Ne yapmış etmiş, Reinfield gibi kendi yoluna sürmüştür onu. Kim bilir nerelerde, ne haltlar karıştırıyordur, hangi kurbanların ardınca -yarasa olarak sanırım!?- uçuşuyordur şimdi…