“Doğa nerede otun çıkacağını, nerede dikenin çıkacağını bilir. Ben de öyleyim.” Erol Büyükburç
25 yıl önce eşi ve kızıyla birlikte oynaması planlanan Süpermen Gangsterlere Karşı filminde Superman olacaktı. O yarım asırı aşkın bir süredir kostümleriyle, başardıklarıyla, en önemlisi de ölümsüz olduğunu düşündüren imajıyla Türk Popu’nun da Süpermen’i. Üstelik bu kez rol yapmıyor, kendini oynuyor. Hayatlar kurtarmıyor belki, ama onları değiştiriyor, renklendiriyor. Ve der ki: Mustafa Topaloğlu’nu Uzaylı yapan da o, Fecri Ebcioğlu’na yol gösterip Türkçe sözlü yabancı şarkıları hayatımıza sokan da, Türk popunun mimarı da. Popüler tarihimizin kült ikonu Erol Büyükburç’un bugünlerdeki en büyük hedefi ise bir adet Erol Büyükburç Jr. imal etmek. Yani muhtaç olduğu kudret damarlarında hala mevcut.
Ege Görgün (Landlord)
Beş yaşında bir çocuk. Dadısı onu yıkamış, kurulamış, sonra her zamanki gibi kocaman yastığının üstüne oturtmuş. Burası çocuğun cenneti. Yastığın hemen önünde bir gramofon, onun yanında da çocuğun müzik sevdalısı babasının türlü çeşit plakları var. Küçük çocuk, yaşından beklenmeyecek ustalıkla kullanıyor gramofonu. Plakları koyuyor, p gramofonu kuruyor… Bu sıradışı durumu daha da ilginçleştiren gramofonun hunisinden dışarı süzülerek, hapsedildikleri taş plaklardan firar eden melodiler. Bir veledin büyük bir adam gibi huşu içinde klasik müzik dinlediği nerede görülmüş!
Halep’te Cenup Hattı Başveznedarı olarak görev yapan Sufi Bey’in oğlu böyle enterasandı işte. Büyüdüğünde de bu enteresanlığını muhafaza etti üstelik. Sanat yaşamında hep ilklere, yeniliklere imza attı. Ardından uzunca bir süre unutulduğu bir dönem geldi, yalnızca ailevi “özelleriyle” gündeme geldi. Ama sonra modern ve kirlenmiş zamanlarda – onun enteresanlığından rant sağlanabileceğini keşfedenler sağolsun – yeniden hatırlandı. Reklamlarda, filmlerde, tv şovlarında boy gösterdi, rating ve imaj umutlarını ona bağlayanları hiç mi hiç mahçup etmedi. Kafasını bozdular, şöyle dedi.
“Karşınızda saksı yok sizin, Erol Büyükburç’um ben.”
Bugün yetmiş yılı devirmiş bir çınar o. Ama her adımında hala dikkat çekmeyi beceriyor. Bazen bilinçli (bknz. Petek Dinçöz’ün program ekibince icat edilmiş tüp bebek meselesi) bazen de bilinçsiz (bknz. Küpe meselesi. Canlı yayında sunucu kızımızın küpesi şarkısını icra etmekte olan Büyükburç’un mikrofununa takılır. Büyükburç farkında olmadığından mı, yoksa şarkısını kesmeye gerek görmediğinden bilinmez, hanım kızımızın suratı göğsüne yapışık şekilde şarkısını tamamlar. )
Kartal’daki evinin salonunda duran koşu bandı ve bisiklet Büyükburç’un kendine nasıl baktığı konusunda önemli ipuçları. Yetmiş yaşında ama Uluç’tan da, benden de dinç görünüyor. Üstelik tüp bebekle ilgili kontroller sırasında kendisinden sperm alındığını söylediğinde Süpermen’liği bir kez daha tasdik ediliyor. Karizma derseniz: National Geographic’in kaşif/fotorafçılarına benzemek adına saç/sakal fora dolaşan Uluç’un ulaşmaya çalıştığı karizmaya, Büyükburç bir iki defa gidip gelmiş görüntüsü çiziyor. Hem de sanırım, perukla.
Buraya kadar mevzu bahis ettiklerimiz onun imajıyla, dış görüntüsüyle, şov yönüyle ilgili şeyler. Ama bunların yanı sıra daha az bilinen bir Erol Büyükburç var: üretken ve sanatçı Büyükburç. Zamanında kendi giysilerini tasarlayan Büyükburç bugün pek çok kulvarda koşuyor: Büyükburç the besteci, Büyükburç the yorumcu, Büyükburç the ressam (dört sene resim eğitim almış), Büyükburç the kuklacı, Büyükburç the yazar…
Erol Büyükburç hala müzikler üretiyor. Elinin altında “hadi” dediniz mi albüm olacak bir sürü çalışma var. Yunus Emre yorumları, İstanbul semt güzellemeleri, Türkü-pop denemeleri gibi, Türk popuna eklemlendirmek istediği 15 ekol.
Bize yaptığı resimleri gösteriyor Büyükburç. Kuklalarının yalnızca fotoğrafını görüyoruz ama resimlerinden (en azından gördüklerimden) daha usta işi oldukları hemen belli oluyor. Önümüzdeki sehpada kalınca bir kitap dosyası var. İçinde Büyükburç’a ait binlerce vecizeler, özdeyiş, atasözü var.
“Her eksiği görüp onun içini doldurmak istiyorum. 9 bin yıldır vecizeler yazılıyor, atasözleri var. Ama ben çağımızın yansımasını ortaya koymak istiyorum. Endüstri öncesinin sözleriyle avunacak bir insan değilim. Ben endüstrinin şahlandığı, çılgın, devinimli bir kent hayatı yaşadım. Benim gibi yaşayanların da ‘ak akçe kara gün içindir; sakla samanı kırsın kafanı’ ile işi yok artık. Ve değişimler paralel gerçekleşmeli. Mesela resim gelişiyorsa müzik de onun paralelinde gelişmeli. Bunu pek beceremiyoruz biz.”
Sizinki farklı, sıradışı bir sanat yaşamı. Sırrınız neydi?
Öngörüleriniz ve sezgilerinizle yolunuzu çizmek çok önemli. Bütün dünyadaki kurguları, her türlü melaneti ve iyiliği o şekilde daha iyi sezebiliyorsunuz. Ben bütün işlerimi bu öngörü sistemi üstüne inşa ettim. Bu yüzden hep başım derde girdi. Arkadaşlarımın statükocu, durağan duruşlarının faylarını yerinden oynatan adam olmuşumdur hep. “Mecbur muyuz bu kadar Amerikan, İtalyan, Fransız şarkıları söylemeye? Kendimiz bizden bir şeyler yapamaz mıyız?” diye sorduğumda Şerif Yüzbaşıoğlu’na bana, ‘Onlardan iyi mi yapacaksın,’ diye karşılık vermişti. Hemen İngilizce sözlü şarkılar yaptım. Türk Pop Müziği’ni yaratan açılımların ilkiydi bu. Üç yerli elementi bir arada kullanmıştım: ezgi, yorumcu, orkestra. Sıra ikinci açılıma, yani dördüncü elementi de eklemeye gelmişti: Türkçe söz. Bunları hepsini önce gözümün önünde canlandırıyordum. Bilinçsiz, el yordamıyla bir gidişin ürünü değildiler.”
Spritüel mi yoksa bilimsel bir süreç miydi bu?
Spritüel ama sonra bilimsele dönüştürüyordum. Düşünceleri elle tutulur hale getirmek onları yapıt halinde ortaya koymak anlamına geliyordu çünkü. Tasarımları trans halinde bir duruşla gerçekleştiriyordum ama.
Sıradışı kostümlerinizle bir devrim yaratmıştınız…
Yaşadığım dönemde siyah bir zemin vardı. Ben o siyah zeminde çok sıkıldım. Buna bir tepki olarak bütün renkleri kullanmayı ve özgürce kullanmayı öne çıkartmak istedim. Ve şaşırtıcı eylemime başladım. Arkadaşlarımın uyarısı olmuştur, “Erolcum bu kadar değişik, absürd şeylere girme, aklı başında sınırlarda kalmaya çalış.” Hiçbirine kulak asmadım. Aklıma esen her şeyi yaptım. Yirmi tane elbise yapıp İstanbul’dan önce Anadolu turnelerinde deniyordum, seyircinin reaksiyonuna göre hangi elbisenin tutacağını, ne zaman, nasıl, ne kadar kullanılacağını belirliyordum. Hiç unutmam uzaylı bir elbise yapmıştım. Fethiye’de bir konserde deneyeyim dedim. Halk dona kaldı, ağızlarını açmış garip garip bakıyorlardı ne oluyor diye. Böyle olduğunda mesela geri çekiyordum kostümü. Kullanmayacağım demek değildi bu tabi. Daha uygun bir zamanda ve ortamda giyilmek üzere diye not alıyordum. Giyilen kostümlerin toplumun ruhsal kabullenişini kazanmış, onayını almış olması gerekiyordu.
Her sezona en aşağı otuz kırk tane elbise yapıyordum. Aldığım parayı oraya veriyordum. Sırf insanların çeşitlilik anlayışını geliştirmek, sahneleri daha renklendirmek için yapıyordum bunu. Yalnızca sesleri değil, renkleri ve çizimleri de çoğaltarak polifonik anlayışı zenginleştirmek istiyordum. Çok da etkili oldu bu. Birçok modacının etkilendiğini düşünüyorum. Bunlar da modern Türkiye’nin adımları sayılırlar.
Sizin kendinize örnek aldığınız birileri var mıydı?
Yurtdışındaki sanatçıların ne giydiğini, yabancı moda dergilerini takip ediyordum ama “özde ulusal, biçimde evrensel” sloganıyla hareket ederek kendi özgün sentezimi yaratıyordum ben. Çok derinlikli çalıştım. İmaj maker’lar uğraşıp bir şeyler yapıyorlar ama benim durumunda olay bir insanın kendi özgün kimliğinin her yönden dışavurumuydu. Vücut dilimi, mimiklerimi, sahne konuşmalarımın hepsini tasarlardım. Başlı başına bir ortaya çıkış, başlı başına fenomendi benimki. Abartılı geliyordu bazılarına belki ama ne olursa olsun bir değişimin düğmesine basmıştım.
Anlattıklarınız bir başka ismi çağrıştırdı bana: Zeki Müren. Onun da sizin gibi devrimci bir misyonu vardı değil mi? Akıl almaz kostümleri vardı onun da…
Bu konuda onunla birlikte atbaşı gidişimiz olmuştur. Kendimce ölçmüşümdür, Zeki beyin olağanüstü bir zekası vardı. Bursa’da yetişmesi, İstanbul’daki akademik eğitimi onda daha farklı bir refleks geliştirmişti. Ama dünyanın genel geçer sınırına değil de, daha çok içbükey, Türkiye’nin bizzatihi kendisine yönelik bir duruştu onunki. Benim kıyafetlerimde ise daha evrensele açılma teyamülü ve dürtüsü vardı. Müziğimizden de anlaşılıyor zaten. O klasik Türk müziği icra ediyordu, bense birçok dilde şarkılar söylüyordum. Ve dünya bugün neredeyse orada olmak isteyen bir Türk birey olarak hareket ediyordum.
Ama onun kostümleri sizinkine göre daha feminen çizgiler içeriyordu sanırım. Maskulen imajınız yüzünden sizin böyle bir özgürlüğünüz yoktu. Yanılıyor muyum?
Tabi, tabi. Ama benim de bazı giysilerim feminen çizgiler içerdiğini gördüm. Bazı arkadaşlardan bu konuda uyarı da aldım. Senin erkeksi çizgilerini ihlal ediyor, sana göre değil, fazla frapan şeklinde. O uyarıları dikkate aldım tabi. Almasaydım belki hanımlar tarafından bu kadar sevilmeyebilirdim.
Zeki Müren’in o feminen duruşunun o zaman da farkındaydınız değil mi?
A, tabi gramı gramına. Kendisiyle dostluğum vardı beni sever, benim olduğum yerlere severek gelirdi. Benim evrensel tavrımdan bazı alıntılar yapmak için gözlem yaptığını biliyorum. Çünkü onda olmayan bir şeydi bu. Ben de ondan yararlandım aynı şekilde. Zeki bey de elbiselerini kendi tasarlardı. Çok zengin bir ruhu vardı. Belki şiirleri aman aman şiirler değildir ama şiirler dokunuşlar içerir, bir şiiriyet vardır. Prozidi, diksiyon harikaydı. Belki biraz abartık söylerdi ama o abartısında bir hoşluk vardı, kendine mal etmişti.
Büyükburç perdesiz olan cümbüşe gitar sapı taktırarak bu klasik çalgıyı nasıl perdeli hale getirdiğini anlatırken bir noktayı “şöyle şöyledir,” diye açıklıyor, kibarlığından da sonuna “malum aliniz” diye eklemeyi ihmal etmiyor. (Oysa elbette böyle bir malumatım yok benim.) Ama bu iki kelime ağzından dökülür dökülmez gülmeye başlıyor. “Fevkaladenin fevkinde, der gibi ben de,” diyor. “Son zamanlarda böyle şeyler söyleyince gırgır geçiyormuşuz gibi oluyor,” diye ekliyor. Bülent Sultan’ı ve ona has Osmanlı edasını anıp birlikte gülüyoruz. Arkasından kaldığı yerden devam ediyor ama ilk cümlesi gayet bilinçli bir şekilde, “Beyefendi muvafakat ettiler,” oluyor. Yine basıyoruz kahkahayı. “Böyle anlatmaya devam edeyim istersen”, diyor, “bir diferans olur.” Ve diferans’ı espri niyetine kullanmıyor.
Devrim yapma konusunda kendi üstüne kimseyi tanımıyor Büyükburç. Oturmuş hesaplamış, tam 27 devrim yapmış bugüne kadar. Yapılmayı bekleyen bir çok devrim projesi de hali hazırda kafasında hazır. Bunları sıralı olarak yazdığı bir kağıt veriyor bana. Bakıyorum devrimlerin sayısı 27 değil, 32 orada. E, bir yerden sonra devrimler devrimleri doğuruyor demek ki…
“Devrim yapmak öyle kolay değildir. Bir tek devrimi bile hayatına sığdıramaz insan kolay kolay. Beni Erol Büyüküburç olarak bugün bile iyi kötü ayakta tutan bir neden var: Hızlı devrim yapıyorum. Türkiye daha farkında değil. Oturup benim devrimlerimi yazsalar alt alta orada dururlar bir, saygıyla sapka çıkarırlar. Çünkü hayatımı buna adadım ben. Şöhretin peşinde değildim, benim tek derdim Türkiye’yi islah etmekti. Bana devrim içermeyen bir şey yaptıramazsın. O konuda çok soyluyumdur. İçinde devrim yoksa ben yokum. Uyuşuk toplum sevmiyorum. Yerinde sayan toplum olmayı sevmiyorum. Doğanın kendine has bir zorlayışı vardır zaten. Doğa nerede otun çıkacağını, nerede dikenin çıkacağını bilir. Ben de öyleyim. Yani hangi zemine atarsan at benim tohumumu, orada nasıl bir çiçek, ağaç ya da hayvan olması gerektiğini bilen adamım.”
27 devrim, 15 ekol, 3000 kadın… Yaptıklarınızı rakamlarla ifade etme gibi bir titzliğiniz var. Nereden kaynaklanıyor bu?
Kendimi şevklendirmek açısından bunun üstünde önemle duruyorum. Çünkü hepsinin üstünde yoğun düşünceler sarf ettiğim için es geçilmelerini istemiyorum. Sadece bir şeyler yapılmış değil, kaç şey yapılmış, gerekçeleri nelerdir, bilinmeli. Bu vurgular önemli. Yaptığınızı sayısal olarak belirlemediğinizde yaptıklarınız güme gidiyor. Bakın bana bir ara popstar diyorlardı. Hayır, efendim, ben popstar değilim, ben Türk Popu’nun mimarıyım. Kralmış, imparatormuş, süpermiş, megaymış, insanlar bu laflarla birbini aldatmasın. Süper demek için hangi vasıflara haiz olunması gerektiğini bana sorsunlar. İki estetik ameliyat geçirerek, üç tane de şarkıyı doğru söylediğinde süper olmaz insan yani. Başkalarının bestelerini söyleyerek megastar olunmaz. Onun için bir sürü özelliğe sahip olmak gerekir. Birçok şeyi bir arada yapabilmeli. Mesela Kayahan kendince güzel söz beste yapıyor, ama sahne performansı, görüntü ayrı bir olaydır.
Türk Popu’nun mimarıyım diyorsunuz ama buna kızacak, kırılacak, kendisine haksızlık yaptığınızı düşünecek isimler olmayacak mıdır?
1951-52 galiba, Fecri Ebcioğlu bana geldi. Yeni yeni şarkı söylemeye başladığım dönem. Ben bir takım ön hazırlıklar içindeydim. Nat King Cole’un Fascination’ına ve Johnny Mathis’in Starbright’ına Türkçe sözler yazmıştım. Gitarımı aldım onları Fecri’ye çaldım. Fecri bir köşede oturup sessizce dinledi beni, sonra “Tamam, ben yolumu buldum. Bunu yapacağım,” dedi. Ben de döndüm, “Fecri ben bunu yapmak istemiyorum, bu senin branşın olsun. Ben sözü, ezgisi, yorumcusu ve orkestrasyonu bize ait olan şarkılar yapmak istiyorum,” dedim. O bu konuda başarılı olunca, Sezen Cumhur Önal da bu işe girdi. Türkçe sözlü yabancı şarkılar Türk Popu’nu insanımıza alıştıran olumlu bir yörüngedir. Ama onun da ilk mucidi benimdir. Bu hadisenin böyle gerçekleştiğine sizi şerefim üzerine temin ederim. Aynıyla vaki.
Büyükburç’un popüler tarihin akışına yön veren kritik dokunuşlarının bununla sınırlı olmadığını öğreniyoruz. Özay Gönlüm’ün ünlü üçlü sazı Yaren’in de fikir babası olduğunu söylüyor Büyükburç. Recep Kaymak’ın eşinin doğum gününde mutfak masasına çizmiş Yaren’in planını. Kendisi de çift saplı gitar peşindeymiş o zamanlar, o arayışın ilham verdiği bir proje olmuş Yaren. Asıl bomba arkadan geliyor ama.
Gülhane Etkinlikleri sırasında Mustafa Topaloğlu, Erol Abi’sinin yanına yaklaşıp sorar: (buradan sonrasını okumayın, bırakın Mustafa Topaloğlu kareleri bir film şeridi gibi geçsin gözünüzün önünden ve alıştığımız üslubuyla dile gelsin!) “Ya, Erol Abi şöhret biraz zor taşınıyor, bunu ayakta tutmak için ne yapmamız lazım?” Büyükburç tüm bilgeliğiyle , yanıt verir: “Uzaylıyım de, çık!” Hikayenin gerisini biliyorsunuz.
“Onun gibi yüz elli tanesini daha yaptım yani. Türk Popu’nun mimarıyım dememin bir nedeni var. Bazı şeyleri de söylemek zorunda bırakıldım. Aslında tevazu çizgisini daima yaşatmak üzerine eğitim almış, tevazu insana daha çok yakışır düşüncesinde bir insandım ama hal böyle olunca hattı müdafaa yoktur, sathı müdafaa vardır deyip saldırıya geçtim. Ama ben tevazu göstermiş olmasaydım, Türk Popu’nun mimarı olduğum gerçeği güme gidecekti. Bunları söylemediğiniz taktirde hakkaten sizi yiyorlar. David Carradine’ın Sessiz Flüt filmi geliyor aklıma. Oradaki mağara sınavında olduğu gibi: Hepimiz birer maymunuz ve birbirimizi kuşatırız. Güçlü olanın sözünü dinleriz. Ama daha az güçlü olanlar onu alaşağı etmek, onun sırtına binmek için uğraşır. Hikaye bu.” (Yine bir kahkaha patlatıyor.Hatırlayıp araya kattığı bu anekdot onu çok memnun etti sanırım.)
Sinemayla haşır neşir olduğunu anlamak için böyle bir ipucu vermesine gerek yoktu aslında. Evin içinde iki ayrı yerde DVD tomarları çarpmıştı zaten gözüme. Bir ara sordum sinemayla aranız nasıl diye. Çok severmiş. Günde en az iki üç film seyrederim, diyor. Filmlere baktım, içlerinde Hong Kong aksiyon sinemasından örnekler ve önümüzdeki günlerde vizyona girecek bazı yeni filmler vardı. İnşallah, ispiyoncu durumuna düşmüyorum ama gazetecilik misyonumu yerine getirmek için söylüyorum: evet, filmler korsandı. Bir de genel kültür adına malumatfuruşluk yapayım. Büyükburç 20’den fazla filmde boy göstermiş bugüne kadar. Hele kendisinin Süpermen olduğu bir afiş var ki tadından yenmez. Rahmetli eşi Emel Büyükburç ve kızı Emel ile 25 yıl önce oynadığı bu filin adı ise Süpermen Gangsterlere Karşı.
Sanatçı olarak notunuzu tahmin edebiliyoruz, ama baba olarak kendinize not verseniz… (Büyükburç bütün kızlarına aynı yakınlığı göstermediği konusunda eleştirilmiştir hep. Rahmetli Ajlan’la dargın oldukları, evlilik dışı bir kızına da gereken alakayı göstermediği bizim de magazinden okuyup öğrendiğimiz şeylerdi. Ajlan’ın kardeşi Jeyan’ın Uluç’un ilkokul arkadaşı olduğu ortaya çıkıyor bu arada. Uluç, Büyükburç’tan Jeyan’ın numarasını alıp röportaj çıkışında telefon ediyor. Uluç, “Babandan aldım telefonunu,” deyince, Jeyan, “Aa, benim telefonun var mıymış onda,” diyor.)
Dünyaya gelmiş en iyi babayım aslında. Ama benim ölçütlerim var. Babaya gereken yakınlığı, saygıyı, ahlakı gösterişteki kusurları affetmeyen bir babayım. Misyon sahibi insanları diğer insanlarla aynı kefeye koymamanız lazım. Misyon taşımak ağır bir yüktür, bu kişileri normal baba değerlerini kıstas alarak yargılayamazsınız. Misyonun ne olduğunu ancak yaşayan bilir. Şimdi bir Beethooven’ı, bir Mozart’ı babalık konusunda, yaşayışı konusunda yargılayamazsınız. Yaratıcı insanın yaratırken gözü hiçbir şey görmez. O derin bir boyuttadır. Ben sıradan adam değilim ve sıradan adam kriterleriyle değerlendirilmeyi kabul etmiyorum. Onun için beni yargılayanlar yanılırlar. Ben yine de elimden geldiğince insansı iklimimi hep yaşatan bir insanımdır. Ama genelde sanatçıları hep suçlamak, aşağılamak isterler. Çünkü onun normal insanları aşan yanlarını yok etmek, onu alt etmek istiyorlardır.
Bir ara 3 bin kadınla birlikte olduğunuzu söylemiştiniz, rakam arttım mı o günden bu yana?
(Gülüyor.) Yok, artmadı.
Evlilikte sadakati savunuyorsunuz o zaman. Peki evlilik konusunda Esquire okurlarına önerileriniz olacak mı?
Bence evlilik yaşı erkek için 35 ile 40 arasıdır. Erkek oraya kadar tecrübe edinmelidir diye düşünüyorum erkek.
Bu durum kadınların evlenmesini zorlaştırmaz mı? O yaşa kadar “tecrübe” kazanan erkeklerin evlenmek için bakireliği şart koşması görülmedik bir şey değil çünkü.
Kadın evleneceğim dedikten sonra koca bulur. Erkeklerin o hareketini de son derece yanlış buluyorum. Mazide yaşananlar tamamen kişinin kendisine aittir. Hem eskileri düşünüp niye kendime eziyet edeyim ben? Bana karşı sorumlulukları evlilikten sonra başlar kadının. Eski defterler kapanmıştır benim için. Modern dünya böyle olmalıdır bence.
Fotoğraf çekimine geçiyoruz. Uluç “müthiş” bir fikirle çıkageliyor. Büyükburç’u televizyondaki kendi görüntüsüsünün yanında çekmek. Büyükburç’un konuk olduğu Petek Dinçöz sabah programının kayıtlarını oynatıyoruz DVD’den. Büyükburç huşu içinde poz veriyor bize. Onu gençliğinde sahnede izleme fırsatı bulamadık ama biraz hayalgücüyle bunn nasıl bir deneyim olduğunu tasavvur etmemiz artık mümkün. Çekimler arasında birkaç soru daha sormayı düşünüyorum ama beni duymuyor bile Büyükburç. Bakıyorum, tüm dikkatini vermiş televizyondaki Erol Büyükburç’u izliyor. Sanki televizyondaki adamı ilk kez görmüş gibi inceliyor. En sevdiği programın karşısına geçmiş bir çocuk gibi o anda. Daha doğru bir benzetmeyle hayranı olduğu bir insanın hipnotik etkisi altındaki bir mürit gibi…