“Sinema yazarları homojen bir yapıda değil. Akıllıları var, aptalları var, bilgilileri var, cahilleri var, kaz kafalıları var, zekileri var. Sinema yazarlarının hepsinin total olarak sinemadan anladığı hükmünü veremeyiz.”
O, son dönemde Türkiye’nin yetiştirdiği en büyük yazar-yönetmenlerden biri! Son filmi Celal Tan ve Ailesinin Aşırı Acıklı Hikâyesi, 18. Altın Koza Film Festivali’nde En İyi Film Ödülü başta olmak üzere En İyi Senaryo ve Jüri Oyunculuk Özel “Toplu Performans” Ödülü’ne layık görüldü. Celal Tan ve… filmiyle küçük burjuva bir ailenin trajikomik öyküsünü beyazperdeye aktaran Onur Ünlü; Akhisar’da çekimlerine devam ettiği yeni filmi Sen Aydınlatırsın Geceyi ile bu sefer bir taşra hikayesi anlatmaya soyunuyor. Ünlü’yle, aynı zamanda babasının da memleketi olan Akhisar’da buluştuk. Ve filmin bazı sahnelerinin de çekildiği tarihi bir handa, yeni filminden Leyla ile Mecnun’a, oradan da Samuel Beckett’e kadar uzanan keyifli bir sohbet gerçekleştirdik…
Ercan Dalkılıç
Daha önce Tersninja.com’a verdiğiniz röportajda şu an çekmekte olduğunuz Sen Aydınlatırsın Geceyi filminden bahsetmiştiniz biraz. Duvarlardan geçen yan hakem, görünmez imam vs. gibi karakterlerin olduğu bir film izleyeceğiz galiba değil mi?
Evet.
Babanız Akhisar’lıymış. Her yaz bir ayınızı Akhisar’da geçiriyormuşsunuz geçmişte. Akhisar’ı düşünerek mi kaleme aldığınız senaryoyu?
Başka bir yerde de, mesela herhangi bir Anadolu kasabasında da geçebilirdi hikaye. Akhisar’ı düşünerek kaleme almadım yani senaryoyu. Sadece, ben Akhisar olsun istedim, burada çekmek istedim bu filmi.
Henüz, üzerine konuşmak için çok erken belki ama. Yeni filminiz Sen Aydınlatırsın Geceyi’den bahsedebilir miyiz biraz? Bu bir aldatma hikâyesi sanırım?
Tam olarak aldatılma hikayesi diyemeyiz buna. Orda başka bir şey var aslında. Bu, karısını çok seven bir adamın hikâyesi. Biraz şaşkın bir adam. Genel olarak meseleyi anlayamıyor. Bundan sıkıntı duyuyor.
Yarattığınız karakter(ler) süper özelliklere baştan beri mi sahip. Yoksa aldatılma, ya da her neyse, bir kırılmayla birlikte mi süper özelliklere kavuşuyor söz konusu karakter(ler)?
Aslında süper özellikleri yok kahramanların. Herkesin bir özelliği vardır gerçek hayatta. Filmdeki kahramanların da bu özelliklere benzer fakat biraz daha farklı özellikleri var. Aslında filmin pek bununla derdi de yok. Fantastik bir film değil sonuçta bu.
Polis filminizde açık bir Kitano etkisi vardı. Son filminiz Celal Tan…’da da bana kalırsa metinsel bazda bir Woody Allen etkisinden söz edilebilirdi. Kimlerden etkileniyorsunuz, biraz bahsedebilir miyiz bundan da?
Total olarak etkilendiğim biri yok. Bazı yönetmenlerin bazı filmleri hoşuma gidiyor herkes gibi. Kuşkusuz onların etkisi vardır, olmuştur, olabilir. Ama düşünerek, tasarlayarak, planlayarak yapılan bir şey değil bu. Allen’i severim mesela. Herkes sever ama. Onun dışında ciddi bir düşkünlüğüm, hayranlığım yok Allen’a. Ama kafasını seviyorum adamın.
Var mı peki ciddi düşkün olduğunuz, filmlerini beklediğiniz, merak ettiğiniz bir yönetmen?
Jim Jarmusch’ın filmlerini merak ediyorum. Ben çok sinemayla ilgilenmiyorum da zaten. Çok bilgili de değilim bu konuda. Hakikaten özel hayatımda çok da ilgilendiğim bir şey değildir sinema.
Celal Tan… bazı eleştirmenler tarafından dizi estetiğiyle kotarıldığı gerekçesiyle hayli eleştirildi. Atilla Dorsay da buna benzer bir eleştiri yazmıştı hatta. Bunu nasıl değerlendiriyorsunuz?
Genel olarak, sevdikleri zaman yazdıkları, sevmedikleri zaman da yazdıkları kanaatindeyim. Hepsinin beni sevmesini bekleyemem sonuçta. Ben de onun bazı yazılarına katılıyorum, bazı yazılarına katılmıyorum. Sinema yazarları, ayrıca homojen bir yapıda değil. Akıllıları var, aptalları var, bilgilileri var, cahilleri var, kaz kafalıları var, zekileri var. Sinema yazarlarının hepsinin total olarak sinemadan anladığı hükmünü veremeyiz.
Peki dizi estetiği yargılarına katılıyor musunuz Celal Tan… ile ilgili?
Ben orda bir şey tercih ettim. Dizi estetiğinin ne olduğuyla ilgili bir fikrim yok. Kafamda bir şey vardı, onu çektim. İnsanlar dizi estetiği olduğunu düşünüyorlarsa, düşünürler. Ne yapabilirim.
Sanırım Celal Tan…’da çok fazla iç mekan kullanılması, insanlara buradaki dilin dizi estetiğine yakın olduğunu düşündürttü…
Neticede hikâye o mekanlarda geçiyordu. Özellikle bir grup manyağı bir yere tıkıp, onların neler yapabileceğini merak ettim ben. Onun için çok iç mekan kullandım. Onun için klostrofobik bir durum var orda. İç mekanın dışına, sokaklara çıkmamayı tercih ettim. Açıkçası, onların iç mekanlarda olmaları benim de daha çok işime geliyordu.
Ben şöyle düşünüyorum: siz metni yazıyorsunuz, ve onu ekleme, çıkarma yapmadan birebir çekiyorsunuz. Çekim sürecinde pek şekillenmiyor senaryolarınız anladığım kadarıyla.
Celal Tan…’da öyle bir film yapmak istedim. Dar, kapalı bir alanda gergin bir çatışma yarattım. Aslında yazarlığımla ilgili bir denemeydi bu, kendi kendime yaptığım. Metnin ve karakterlerin daha baskın olduğu bir film, o anlamda Celal Tan… Ama Mesela bu filmde resim ön planda; siyah-beyaz çekiyoruz bu filmi. Daha sinematografik bir film olacak Sen Aydınlatırsın Geceyi yani.
Celan Tan…’da beklediğiniz gişe rakamlarına ulaşabildiniz mi peki?
Ben 50 ile 100 bin kişi arasında düşünüyordum açıkçası. 50 bin civarında kaldı gişesi filmin. Daha fazla beklemiyordum zaten.
Taşra sizin için neyi ifade ediyor? Yeni filminizi ‘bir taşra hikâyesi’ olarak algılayabilir miyiz?
Taşrada geçmesinin anlam olarak avantajları var benim için. Böyle bir hikayeyi büyük şehirde anlatamazdım. Kuralları daha belirli ve daha az sürprizli psikolojik duruma ihtiyacım vardı. Onun için böyle bir yerde çekmeyi tercih ettim. Taşrada her şey daha bellidir, herkes birbirini tanır, herkes birbirinin hikâyesini bilir.
‘Onur Ünlü sineması’ belki –henüz- çok iddialı bir deyiş ama, ‘Onur Ünlü mizahı’ diye bir mizahın oluştuğu çok açık artık. Leyla ile Mecnun’un bu kadar kitleleri peşinden sürükleyeceğini düşünüyor muydunuz?
Şunu hep söylüyorum, kanala da aynı şeyi söyledim. “Ya 3-4 bölümde gümler gider bu proje, ya da bir grup insan bu işi, öneriyi çok sever ve ciddi şekilde takip eder.” dedim. Bununla ilgilenecek bir grup insan var bu ülkede. Bu iş onları yakalayabilirdi, başka bir şeye dönüşebilirdi. Ki, dönüştü de. Ya gümleyecekti kısa zamanda, ya da kültleşecekti. Ben bunu öngörmüştüm.
Evet, kültleşme potansiyeli vardı Leyla ile Mecnun’un…
Vardı. O da bizim lehimize gelişti. Biz çekerken, en baştan itibaren, kendi aramızda da konuştuk; ortalama TV seyircisini yakalayacak bir yere doğru hiç gitmedik. Bunu hiç umursamadık. Bu iş ya böyle olurdu. Ya da olmazdı.
Türkiye, gün geçtikçe muhafazakâr bir çizgiye doğru kayıyor. Bunun hakkında ne düşünüyorsunuz?
Yaklaşık 93’ten beri bu işlerle uğraşıyorum. O zamandan beri yazdığım, çizdiğim her şey meydanda. Kendi çizgimde bir değişiklik olmadı benim. Devlete olan inançsızlığım sürüyor. Devlete, millete inanmam, bu beni rahatsız eder, genel itibariyle. Ortalama olarak kullanılan, küçük burjuvanın ürettiği, üzerinde oturduğu şeylerle ilgili, herkes gibi benim de rahatsızlığım var. Türkiye’yle bağlantılı olarak, daha çok Türkçeyi seviyorum ben. Onun dışında hani, Türk olmak, Fransız olmak, Kürt olmak beni çok fazla ilgilendirmiyor, heyecanlandırmıyor. Gurur duymuyorum yani Türk olduğum için. Fransız olsaydım da, Fransız olduğum için gurur duymayacaktım.
Temel derdiniz hangi sorunsalın etrafında şekilleniyor?
Temel derdim; burada ne arıyoruz, bu lanet olası yere niye geldik! Tam olarak bununla ilgileniyorum. İkincisi de, ortadaki temel eşitsizliği yaratan paradigmalar üzerine düşünüyorum. Nasıl böyle oluyor, neden böyle oluyor? Mesela, neden bir insanın iki tane arabası olur, üç tane evi olur? Devletten ne ummalıyız mesela? Niye inanırsın devlete? Oradaki konformizm, oradaki güvenlik ihtiyacı filan… Bunlardan rahatsız oluyorum. Bütün bunların temel sorunu yarattığını düşünüyorum. İktidara talip olma kafasını anlamıyorum mesela.
Samuel Beckett’i çok sevdiğinizi biliyoruz. Hangi açılardan etkiliyor sizi Beckett, sizi ortak paydada birleştiren nedir?
Beckett, dünyaya fırlatılıp atılmış olmak noktasından hareket eder. Bizi buraya gönderdin ve biz burada ne yapacağımızı bilmiyoruz gibi bir temel sıkıntısı vardır. Benim de benzer bir sıkıntım var. Ama ben aşağı yukarı biliyorum ne yapacağımı. Onun için ben sıkılmam Beckett’ten, ya da ne bileyim Camus’den farklı olarak. Bunların içi sıkılıyor. Benim içim sıkılmaz. Çıkış noktamız aynı bile olsa, benzer bir düşünce sistemi geliştirmiş olsak bile, ben sıkılmıyorum onlardan farkı olarak. Kahretmiyorum buna yani, sadece anlamaya çalışıyorum.
Son olarak, İstanbul’da yaşayan bir İzmitli olmak nasıl bir duygu? İzmit’e çok bağlı olduğunuzu biliyoruz…
İstanbul’la özel bir bağım yok. İstanbul kalabalık, güzel bir şehir. Ama İstanbul olmasa ölmem. Şu anda işlerimden dolayı İstanbul’da bulunuyorum. Benim için çok özel, çok da büyük bir anlamı yok. Şehirlerden bir şehir; evet, güzel bir şehir, tarihi bir şehir. Bir yere fetişlik derecesinde bağlılık duygusu zayıflık göstergesidir. İzmit’e o kadar bağlı olmadığım gibi, İstanbul’a da o kadar bağlı değilim.
* Bu röportajın kısaltılmış versiyonu, 8 Haziran 2012 tarihli Aydınlık Gazetesi nüshasında “Taşrada her şey daha bellidir.” başlığıyla yayımlanmıştır.