1920 yılında Almanya’da doğan Charles Bukowski, henüz iki yaşındayen ailesiyle birlikte ABD’ye göç etti. Tam da ilkgençlik yıllarını yaşadığı sırada Amerika ekonomik krizin pençesindeydi. Aile içi problemler artmış, işsizlikten kıvranan babası Bukowski’ye aşırı şiddet uygulamaya başlamıştı. Bir ebeveyn kavgasıyla açılan Ekmek Arası (Ham on Rye) yazarın ‘Factotum öncesi’ diyebileceğimiz bir dönemi; çocukluğunu, ailesini ve okul yıllarını aktardığı çokça özyaşamsal nitelikler barındıran yarı-kurgusal bir eser.
Beat kuşağından, lakin ‘beat kuşağı yazarı’ değil, çoğu otoriteye soracak olursanız edebiyatçı bile değil. Gerçekten de, Bukowski’nin başlarda yazmak gibi bir derdi yok. Edebiyatçı olmak istemediği de gayet aşikar. Ekmek Arası onun yazarlığa nasıl başladığına dair önemli bilgiler içeriyor. Okuldaki kompozisyonlardan mütemadiyen D alan yazar, akne sorunundan muzdarip olduğu ve okula gidemediği, evde sıkılıp durduğu dönemde evde bir defter buluyor. Deftere yarı-çıplak kadınlar (henüz çıplak bir kadın görmediği için o dönemde, görmüş olsaydı eminim ki çıplak çizerdi!) çizerken, birden I.Dünya Savaşı’nda savaşan Alman pilot Baron Von Himmlen hakkında bir hikaye yazmaya koyuluyor. Yazar, sayfalarca süren bu serüvenden pasajlar aktarırken, yazma güdüsüne de açıklık getiriyor: “Birine ihtiyaç duyuyordu insan. Etrafında öyle biri yoksa onu sen yaratmak zorundaydın, olması gerektiği gibi birini yaratırdın.”
Evet, aylaklık onun karakterlerinin temel uğraşı, dikiş tutturamamak, hırgür çıkarmak… 1920’ler, 1930’lar fonunda geçen Ekmek Arası’nda da karakterler bol bol bu gibi uğraşlarla iştigaller. Bununla birlikte, Bukowski karakterlerini oraya buraya savururken, diğer yandan önemli toplumsal panoramalar çıkarmayı da eksik etmiyor. Eksen karakteri Henry Chinaski’nin eğitim hayatı üzerinden paralı eğitimi yerden yere vuran yazar, 29.bölümün tamamında o dönemki sağlık sisteminin çarpıklıklarını cesurca dile getirmekte bir sakınca görmemiş.
Kitabın en lezzetli bölümü bana kalırsa, Henry Jr.’ın okumanın sihirli yanını keşfettiği bölüm. Yazar, yazmaya başladıktan sonraki ilk durağı olan, John Fante kitaplarını da yalayıp yuttuğu yer olan Los Angeles’daki halk kütüphanesi’ne değiniyor bu bölümde. Upton Sinclair, Sinclair Lewis, ardından da Josephine Lawrence… Herman Hesse’nin Bozkırkurdu’ndaki (Der Steppenwolf) ‘Gothe eleştirisi’ kadar geniş olmasa da, Bukowski, okuduğu yazarları sıralarken, onlar hakkındaki eleştirilerini de birer cümleyle belirtiyor. Ona göre, Upton Sinclair’in cümleleri basit ve öfkeliyken; Dos Passos, çok iyi değil ama yeterince iyi yazıyordu. Hemingway tıpkı Fante gibi bir tanrıydı onun için, Turgenyev’se gülme duygusu uyandıran çok ciddi bir yazar. Bunu şu şekilde açıklıyor Bukowski; “Turgenyev çok ciddi bir yazardı ama beni güldürüyordu, çünkü bir gerçekle ilk karşılaşma gülme duygusu uyandırıyordu insanda. Başka birinin gerçeği sizin de gerçeğinizse ve o bunu sizin için dillendiriyorsa müthiştir.”
Bukowski, askeri eğitim aldığı kısa bir zaman dilimini anlattığı bölümde ise militarizmi kendi meşrebince sorguluyor. Askerliğin aptalca olmasına rağmen insanın kanına giren bir yanı olduğunu söyleyen yazar, zorunlu askeri eğitimini başarılı bir şekilde bitirmiş. Ancak yazarın törenle aldığı başarı madalyasını, eve dönüş yolunda cebinden çıkarıp bir yağmur giderine atmak suretiyle pasifistliğinin ilanını gerçekleştirdiğini görüyoruz.
Yoksulluğa boğazına kadar gark olmuş bir çocuk adam olma yolunda neler çeker, onun kitabı Ekmek Arası genel olarak. Kan, cerahat, irin… Yine zincirinden boşanırcasına, bütün açıksözlülüğüyle anlatıyor Bukowski -yahut Jr.Henry mi demek gerek. İnançtan sekse, beyzboldan boksa kadar uzanabilen bir kaybeden öyküsü; sistemin içindekilere, içinde olduğunun farkında olmayanlara, yardakçılarına ve nicelerine dair, dili her zamanki kabalığında ince ayar bir taşlama işçiliği karşımızdaki. Gerçeğin güldüren yüzü, tek kelimeyle müthiş…