Mahsun Kırmızıgül’ün hem müziğini yaptığı, hem yazdığı, hem yönettiği hem de ana karakterlerden birini canlandırdığı beklenen film New York’ta Beş Minare, geçtiğimiz günlerde nihayet vizyon gördü. Beyaz Melek ve Güneşi Gördüm’ün ardından üçüncü ‘büyük gişe filmine’ imza atan yönetmen, eserini sebepsiz bir şekilde (?) sinema yazarlarına göstermedi. Biz de üstümüze düşeni yerine getirdik, filmi bizzat yerinde teftiş için sinemanın yolunu tuttuk.
New York’ta Beş Minare, Uğur Mumcu’nun katledişine benzer bir bombalı eylem sahnesiyle açılıyor. Akabinde, peşi sıra İslami bir terör örgütüne karşı yürütülen bir swat timli operasyon, çeşitli siyasal grupların toplantılarını, cemaatlerin faaliyetlerine şahit oluyoruz. Ne var ki, film buradan hayli uzun ve gedik yaratan cinsten bir sıçrama yaparak ‘asıl derdi’ olacak olan mevzuya giriş yapıyor.
Asıl mevzu şu; Deccal kod alı bir İslami teror örgütünün ele başısını yakalamak. Fırat Baran (Mahsun Kırmızıgül) ve Acar Aydın (Mustafa Sandal) isminde -isimlerinden de anlaşılacağı üzere biri doğulu, diğeri batılı- iki polis, gerçek kimliği ‘Hacı’ (Haluk Bilginer) olarak tespit edilen, Amerika’da ikamet eden bu şahsı ülkemize getirmek üzere görevlendiriliyor. İkili New York’a doğru yola çıkıyorlar…
Kırmızıgül, önceki iki filminin senaryosunda yaptığını bu kez de yapmış; bir sağlam izlek bulmuş bulmuş kendine. Karşımızdaki film, bir kurtarılış ya da teslimat hikayesi olarak şekilleniyor esasen. Burada bir sorun yok. Peki, neden çatışma bu eksene eklemlenerek çelişikleş(e)miyor, karmaşıklaş(a)mıyor ve kendini yaratamıyor? Şunu açıkça ifade etmek gerekir ki, Kırmızıgül dramaturjiden –en azından benim anladığımdan- farklı bir şey anlıyor. Filmin temel çatışma noktaları (Hacı ile sistem / Acar ile Fırat arasındaki) birbirlerinin hep uzağına düşüyor, her fırsatta birbirlerine teğet geçiyorlar. Hacı ile sistem arasındaki sorun Hacı’nın kabullenişi ile son bulurken, Acar ile Fırat arasındaki sorun da Fırat’ın tersine düşünmeye başlamasıyla çözüme kavuşuyor. Hal böyle olunca, dramatizasyonun olmazsa olmazı, bütünleşerek, çarpışarak gelişen bir derinleşen bir kurmacaya ulaşmak da mümkün olmuyor tabii. Kurgu gereğince çelişik, çatışmalar bütünleşik olmayınca, karakterler de bir türlü boyutlanamıyor doğal olarak. Bundan en çok yarayı Acar ve Fırat karakterleri almış. Kırmızıgül ve Sandal ne kadar yırtınsa da karakter olgun olmayınca performans da kar etmiyor.
Dramatik yapının zayıf olmasının yanı sıra tematik olarak da bir kargaşa hakim filme. Hacı etrafında örülen İslamofobi, İslami terörizm gibi makro konular önce töreye sonrasında da cehalete indirgeniyor garip bir biçimde! Finale doğru bu minvalde iki takla (twist) attırıyor hikayeye Kırmızıgül, filmin omurgası paramparça oluyor deyim yerindeyse. Kırılıp dökülenlerden Jim Jarmusch’a (ya da başka bir minimalist isme) verseniz size bir düzine film çıkarabilir emin olun.
Bu eksantrik tema çalışması altta süredursun, sadece görsel motif olmanın ötesine geçmeyen onca kolaj kullanıyor Kırmızıgül, onca figür yaratıyor, onca mekan kullanıyor. Fakat bu görsellerin, figürlerin, mekanların hikayemizle birinci elden alakası –oluyorsa da kopuk ve sathi- bile olmuyor çoğu zaman. Sinematografik manada şaşaa gösterisine soyunan yönetmen, Amerikanvari bir gişe canavara çıkarmak maksadıyla kadrajı gereksizce ona bula bulayıp duruyor; Süleymaniye, Ayasofya, İstanbul, Bitlis, New York panoromaları. Bunlara ilaveten, neden, nereye ve hangi biçimde (!) doğrultulduğu belli olmayan silahlarla anlamsız bir şiddet kol geziyor filmde; neyse ki buradaki şiddetin dozajı ayarında sayılabilir.
Diyalog yazımında da eksikleri, yanlışları var Kırmızıgül’ün, alışılageldiğimiz beylik nutuklar bu filmde de yerli yersiz yerde karşımıza çıkıyor. Bir filmin baştan aşağı unutulmaz replikler, tiradlar içermesi gibi bir şey mümkün mü bilemiyorum açıkçası!? Bu şekildeki diyaloglar, farkında olmaksızın, didaktik bir çizgiye sürüklemiş filmi. Film mesajlarını ağırbaşlılıkla söylemek yerine üst perdeden belli belirsiz kabule zorluyor.
Ne yazık ki, Beyaz Melek ve Güneşi Gördüm de yukarıda saydıklarıma benzer dramatik sorunlar içeriyordu. Kırmızıgül, bu hususta bir adım ileri gidebilmiş değil, dahası bu atmış bile gözükmüyor henüz.
Filmde saymakla pek tükenmez ve o kadar basit mantık hataları var ki akıllara seza; evlere kolayca girilebiliyor, Interpol Hacı’yı arıyor fakat o denize nazır takılıyor… “Olası’nın ikna ediciliği” der Aristoteles, New York’ta Beş Minare’de hiçbir olası, ikna edici ve organik değil maalesef. Kırmızıgül detaylar üzerinde uzun uzadıya kafa yormadan, çalakalem yazdığını senaryosunu filme almakta biraz acele davranmış sanki -10 yıl üzerinde düşünülen film bu mu?
New York’ta Beş Minare’nin siyasi yanı olduğu aşikar, gelgelelim bu onu siyasi yahut toplumcu-gerçekçi (Pardon, Yılmaz Güney’in ardılı mı demiştiniz Mahsun Kırmızıgül için?) bir yapıt yapmaya yetmez. Filmin doğru düzgün bir ideolojisinin olduğunu söylemek de yanlış olur zaten. Bununla birlik filmin sarsak denemeyecek, çünkü kasten atılan işlevsiz ve eleştirel görme biçiminden uzak motifler aracılığıyla, her cepheye zeytin dalı uzatan bir düşünsel yapısı var. Oportünizmin sınırlarını yer yer zorluyor film, ideolojik tabanı öyle geniş tutuyor ki, sömürü çemberi daha da genişlesin. Ama en çok da ülkemizde yükselen İslamofobi karşıtlığına oynuyor. Konjonkturelin gerektirdiği hamleleri yapmak isteyen ve bunu başaran bir proje New York’ta Beş Minare. Evet, bu açıdan bakıldığında gayet başarılı film denebilir. Salt İslamofobiye karşı söylem üretmesi ve şaşalı aksiyon sahneleri içermesi bir filmi iyi, dahası ‘Türk sineması’nın üzerinde bir yapıt’ yapmaya yeter mi diye sormadan edemiyor insan…