Sevgili okuyucular, bugün aramızda bir konuğumuz var. Kendisi, bu haftaki abuk filmler kuşağı için bir yazı kaleme aldı. O yazıya geçmeden evvel, sizlere kendisini daha yakından tanıtmak istediğimden, zor şartlar (uyku araları, tırmık yeme tereddütü, ısırılma korkusu vb.) altında gerçekleştirdiğim bir röportajı, sizlerle paylaşmak istiyorum. İsterseniz daha fazla uzatmadan konuğumuz Shaolin’le tanışalım.
Tuğba: Shaolin, öncelikle röportaj teklifimizi kabul ettiğin için Tersninja ailesi olarak teşekkür ederiz. Biliyoruz ki, internet aleminde underground takılmayı seviyorsun. Bize biraz özgeçmişinden bahseder misin?
Shaolin: Tersninja, sitesinde beni konuk ettiği için ben teşekkür ederim, anneciğim. Senin de bildiğin gibi 2011 yılının yaz aylarından birinde Fatih’te doğmuşum. Biyolojik annem, ben henüz 1 aylıkken beni cami avlusuna terk etmiş. Ama onu hiç suçlamadım. Çünkü mevzubahis avluda kedi nüfusu o kadar fazla ki, yavrusunu kaybeden kedinin, onu bir daha bulması hiç kolay değil. Neyse ki üç numaralı bakışımı takındığımda sen beni gördün, paçoz halime aldırmadan eve götürdün de, ekmek elden su damacanadan lüks bir hayat yaşama şansı elde ettim.
T: Gerçekten hayat hikâyen çok acıklıymış Shaolin. Daha fazla özel hayatını ihlal etmeden, bize biraz da sinemaya olan ilginden bahseder misin?
S: Sinemaya 3-4 aylık civarındayken ilgi duymaya başladım. Anne ve babamın benimle konuştuğu dilin Türkçe olduğunu biliyordum ama evden sürekli acayip sesler gelirdi. O seslerin ne olduğunu tahmin etmeye çalışırken, onların filmlerden geldiğini keşfettim. Sanırım bilinçli olarak ilk seyrettiğim film, babamın film listesinde olan Agnés Varda’ya ait Cléo de 5 à 7 idi. Filmin Fransızca seslerinden adeta büyülenmiştim. Filmden ne zaman Fransızca bir ses yükselse, onlarca kedi bana miyavlamış gibi geliyordu. Tek kelimeyle harikaydı. İşte böyle babamın listesindeki sanat filmleri ile annemin listesindeki çöp filmler arasında yoğruldum diyebilirim. Özellikle annemin bana koyduğu ismin hakkını verebilmek ve ismimin amacına ulaşabilmek için, ki Shaolin Tapınağı’nı yeniden kurmak benim misyonumdur, bol bol da kung fu filmi seyreder oldum.
T: Ana-baba hakkını yemem diyorsun yani… Neyse… Lafı daha fazla uzatmadan bu hafta bize anlatmak istediğin filmlere bağlanalım bari. Bu konuyu nasıl seçtin, bize biraz bahseder misin?
S: Ana-baba hakkı yiyen taş olsun! (Yaş mama hakkımı haftada ikiden üçe çıkarabilmek için her türlü yalakalığı yapmaya hazırım annecim. Şöyle jöleli olanlar varmış diyorlar…) Sinema ile ilk tanıştığım andan beri kafamın bir köşesinde “sinema yalnızca insan dünyasına mı ait?” diye bir soru hep vardı. Ama cevabının insan haricindeki canlıları da içerdiğini kısa süre içinde öğrendim. Zira köpekbalıkları, balinalar, yılanlar, arılar, karıncalar vb. bir sürü hayvan türü ile ilgili çekilmiş filmler olduğunu fark etmem uzun sürmedi. Elbette hemen ardından da kendi türümün sinema tarihinde oldukça büyük bir yeri olduğunu keşfettim. Sonra tabii eşten dosttan, filmlerde oynamış uzak akrabalarım hakkında bazı duyumlar almaya başladım. Biraz algıda seçicilik gibi oldu desek yalan olmaz herhalde. Bu filmleri toparlamak, yıllarca sektörde emek vermiş uzak akrabalarımı (özellikle karın tokluğuna figüran olarak çalışmış olanları) yâd etmek ve elbette annem için, sevdiği türde kötü korku filmlerinden bahsetmek boynumun borcu haline geldi. Dolayısıyla bugün için, kedilerin doğrudan veya dolaylı yoldan başrolde oldukları korku filmleri ile ilgili bir yazı hazırladım. Bilgisayar klavyesi üzerinde gezmek ve oturmak en büyük hobilerimden biri olduğu için yazarken annemden yardım istediğimi, ama bir o yana bir bu yana hareket eden parmağı kovalamak gibi harika bir oyuna taptığım için, yazarken anneme kök söktürdüğümü de itiraf etmeliyim.
T: Sevgili Shaolin, uykundan bize zaman ayırdığın için teşekkür eder, hayatının geri kalanında sana törpülü tırnaklar dilerken, okuyucularımızı yazınla baş başa bırakıyoruz. Umarız, bu yazdığın ilk ve son yazı olmaz ve devamı (mesela, kedi gözünden kuşlar hakkındaki filmler gibi) en kısa zamanda gelir.
S: Kapitalist dünya, ana-babamın kesesine zeval vermesin, bana bir şey olmaz annecim. O halde ben geçeyim yazıma…
***
Sinema tarihinde kedilerin görüntüye girdiği ilk filmi bulmak, samanlıkta iğne aramak gibi bir şey. Sessiz sinema döneminde, bir hanımefendinin kucağında ya da bir malikânede yalanırken kameraya çekilmiş akrabalarım olduğunu biliyorum. Takip eden uzun yıllar boyunca kedi türü, derin kültür ve tarihimizin bir simgesi olarak kullanıldı filmlerde. Simgeleyen akrabalarımız ise yalnızca figüran olarak rol aldılar endüstride. Özellikle bir dönemin en baş korku türü olarak kullanılan cadılık ile ilgili olan filmlerde batıl inanç unsuru olarak kara kedi arkadaşlarımız çok rol aldı. O dönemlerde gazetelerin magazin bölümlerinde, kediler alemi içinde kara kedilerin zenginliklerinden dem vurulurmuş. Batıl inanç ve folklorik öğelerden kaynaklı lanetleri temel alan, türümüzü tam olarak kullanmasa da dolaylı yoldan simge olarak kullanan filmlerden en önemlisi sanıyorum 1942 yapımı olan The Cat People. Hemen ardından 1944 tarihinde devamı niteliğinde The Curse of the Cat People adlı film çekilmiş. Kişisel ilgi alanım fazla steril psikolojik gerilim filmleriyle ilgili olmadığından, film hakkında fazla söze gerek yok. Yazımızın alt başlığı “Korku Türünde Kedi: Catsploitation”, sanırım ne tür filmler peşinde olduğumu yeterince iyi açıklayacaktır. Dolayısıyla rotayı biraz daha derinlere ve iğrençliklere doğru çevirmekte beis görmüyorum sevgili okuyucular.
Genellikle korku filmlerinde bizi kötü karakterde gösteren filmler çoğunlukta, ama sevmeyenimiz olduğu kadar sevenimiz de var çok şükür de, arada bir, iyi rollerde de boy göstermişiz sinema tarihinde. Misal Stephen King’in öykülerinden uyarlanan The Cat’s Eye (1985) adlı filmde oynayan dostumuz, o günlerde seyirciden gördüğü ilgiyi anlata anlata bitiremez. Ama işte korku türünde sınırlı sayıdaki iyi kedi rollerinden biridir The Cat’s Eye’daki. Biz gene dönelim “Pis musibet” olarak nitelendirildiğimiz filmlere. Hazır Stephen King demişken, Pet Semetary (Hayvan Mezarlığı) adlı romanından uyarlanan filmi, kötücül kediyi kamera önüne koyması sebebiyle, kaliteli korku filmi örneklerden biri olarak bir köşeye not düşülebiliriz.
Korku edebiyatında kedi, elbette ilk olarak Stephen King ile ortaya çıkmış bir olgu değil. King’den önce Edgar Allan Poe’ya kediler alemi adına teşekkürü borç bilirim. Çünkü karanlık hikâyelerinde bizi kullanarak, şöhretimizi arttırdığı bilinen bir gerçek. The Black Cat adlı öyküsünün birebir ve serbest uyarlamaları, kara kedi fenomenini yayması açısından iyi örnekler. 1934 tarihli aynı isimli sadık uyarlama Amerikalılar tarafından kotarılırken, 1990 yılında Dario Argento’nun serbest olarak uyarladığı Two Evil Eyes filmindeki aynı isimli bölüm, şanımızın uzun yıllar yürüdüğüne kanıt sayılır.
Elbette 1990’lara gelene kadar onlarca film çekildi, bizi doğrudan veya dolaylı yoldan konu edinen, korkunun tâ kalbinde gösteren. Bu filmler içinde en sevdiklerimden biri 1981 tarihli Gatto Nero (Black Cat). Lucio Fulci’nin elinden çıkma bu kan çanağı film, türümüzün gerektiğinde ne kadar acımasız olabileceğinin en iyi göstergelerinden biri. Fulci, daha sonra otobiyografik öğelerle dolu bir başka kedili film daha çekti ama o filmdeki kedi metaforik olarak bulunuyor; Un Gatto nel Cervello (Cat in the Brain). Hani bir yerlerde görürseniz, ‘kedi’ izleyeceğiz diye yanılıp zaman harcamayın diye yazıyorum. Onun yerine, Antonio Margheriti ‘nin La Morte negli Occhi del Gatto (Seven Deaths in the Cat’s Eye-1973) adlı filmi, türün iyi filmlerinden biridir mesela ya da Sergio Pastore’nin Sette Scialli di Seta Gialla (The Crimes of the Black Cat-1972) adlı filmi, kedi ve giallo türü açısından ilginç bir örnektir.
Türümüzün şanı şöhreti, yalnızca batıda değil, doğuda da alıp yürüdüğünden, Uzak Doğu sinemasında da ünlü olmuş arkadaşlarımız var elbette. Mesela 1968 Japonya yapımı hayalet filmi Kuroneko’da, başrolü kedi oynamasa da, irkilticiliğiyle kayda değer bir iş yaptığı yadsınamaz. Savaş sonrası yıkım ve kayıpları, hayalet öyküsü üzerinden anlatan filmde, yine bir kara kedinin baş gösterdiğini söylesem, artık şaşırmazsınız herhalde. Ve tabii bir başka Japon filmi, Kaidan Nobori Ryu (The Blind’s Woman Curse) yine o taraflardaki kara kedi arkadaşlarımızın kotardığı başka bir güzel film.
Şimdi bizi hep nankör görenlere inat, aslında ne kadar sadık ‘evciller’ olduğumuzu ispatlayan bazı fimlerden örnekler vermek isterim. Misal, 1969 yapımı Eye of The Cat adlı filmde, hırsızlara karşı ev sahibesi hanımımızı korurken, Más Negro Que La Noche (Blacker Than the Night-1975) adlı Meksika filminde, mirası karşılığı kedisine iyi bakılması şartı koşan ölü teyzenin intikamını alarak, aslında özümüzde ne kadar asil hayvanlar olduğumuzu gösterdik sanıyorum.
Adımız çıkmış 9’a inmez 8’e, sevgili okuyucular. Madem öyle, işte böyle diyerek, gelelim bugünkü yazımızın asıl konusu olan En Kötü, Kedili 3 Korku Filmi’ne. Eğlence sırasına göre;
La Noche de Los Mil Gatos (The Night of the 1000 Cats)
Yönetmen: René Cardona Jr.
Oyuncular: Anjanette Comer, Zulma Faiad, Hugo Stiglitz
Yapım: 1974, Meksika, 93 dk.
Zengin züppe Hugo’nun parası, atalardan miras kalan müzelik malikânesi ve acayip bir sırrı vardır. Yanında sürekli güzel bir kadınla görünen Hugo, son hamle olarak malikânesine götürdüğü kadınlarla aşna fişna yaptıktan sonra, onları öldürmekte ve uşağı ile birlikte, cesetleriyle mahzeninde yaşattığı binlerce kedisini beslemektedir. Tatlı kedilere karşı saplantısı olan ama onları bir kafeste tutmasından anladığımız kadarıyla içinde pek sevgi beslemeyen Hugo’nun kedilerden başka hayatta en sevdiği şey, helikopteri ile şehir turu atarak kız tavlamaktır. Ama bir kedinin sevgisini başka biriyle paylaşmak istemeyebileceği bilgisi hakkında zerre fikri olmayan Hugo, aşna fişna olayını biraz abartınca, olaylar çığırından çıkar.
Renk renk, tüy tüy onlarca kedinin iki oda büyüklüğünde bir kafeste miyav miyav miyavladıkları film, az söz, az ama tuhaf aksiyon ve mânâsız konusuyla eğlendirirken, kedilerin akıbeti hakkında akılda soru işareti oluşturmaktan da geri kalmıyor. Ama kedi sevgisi, başka şeye benzemez işte. En iyisiyle besleyeceksin ki, uzun yıllar yaşasın…
Yönetmen: Greydon Clark
Oyuncular: Toni Hudson, Eric Larson, Alex Cord
Yapım: 1988, Amerika, 90 dk.
İnsanlığın başına ne geliyorsa yine kendi vurdumduymazlığı ve kötülüğünden geliyor. Bir laboratuarda deney hayvanı olarak kullanılan Saruman cinsi (bkz. sarman) kedi, kendisine iğne yapmak üzere olan doktorun elinden kaçarken, laboratuarı da birbirine katmaktan geri kalmıyor. Bir çeşit mutasyon geçirmiş Saruman’ın içinden, sinirlendiği zaman fare ile yarasa karışımı bir yaratık fırlıyor ki, düşman başına. Önce laboratuardaki herkesi haklayan Saruman, paralı erkeklerin peşinde koşan genç ve seksi iki genç kızla karşılaşıp, onların kontenjanından bir gemiye konuk oluyor. Geminin sahibi, yasadışı işler yapan, yaptığı işi kamufle etmek amacıyla kızları gemiye almış olan adam, oyunculuğu ile filmin çıtasını da yükseltmeyi (!) başarıyor. Tatlı tatlı otururken, kendisine karşı yapılan hoyrat davranışlar karşısında çileden çıkarak, düşmanına saldıran Saruman, deniz ortasındaki gemide terör estiriyor.
Yönetmen: Ted V. Mikels
Oyuncular: Sean Kennedy, Monika Kelly, Sanford Mitchell
Yapım: 1971, Amerika, 73 dk.
Kedi maması üreten Lotus firmasının kapitalist düzenin eseri olmuş yöneticisi ve ortağı, daha fazla para kazanmanın yolunun, hammaddeden çalarak, insan cesetlerinden kedi maması yapmak olduğundan geçtiğini düşünmektedirler. Mezar kazıcısı bir karı-koca ile yaptıkları anlaşmayla, cesetleri kocaman bir kıyma makinesinden geçirerek, konserve eder ve tüketici olan kedilere sunarlar. Başta siyam kedileri olmak üzere, mamanın tadına bakan her kedi, eninde sonunda daha fazlasını isteyeceğinden, insanlara canlıyken de saldırmaya başlar. Bir doktor ve hemşirenin, ölü bir kedide yaptıkları otopsi sonrası, firmanın foyası ortaya çıkacaktır ama bu arada tabi araya girenler de heba olmaktan kurtulamaz. Alt metinde, para hırsının ahlakî açıdan yoldan çıkardığı kötü insanların telef oluşunun anlatıldığı filmde, insanlar kimin umurunda? Ben mamanın tadının nasıl olduğunu merak ediyorum doğrusu. Ama doğruya doğru, kendi türümün, daha fazla mama için arsızlık yapmasını da tasvip etmiyorum gerçekten. (Anneye yalakalık Vol 2)
En kötünün içinde, en iç sıkıcı olan film bu maalesef. Oyunculukların, okul piyeslerinden fırladığı filmde, firmanın yöneticisinin kendinden geçercesine oynadığı final sahnesi ile, sansüre uğramayalım diye belli bir çizgide tutulmuş hemşirenin tipi, kayda değer öğeler. Ama en önemlisi, The Doll Squad, Blood Orgy of She Devils ve 10 Violent Women gibi zamanının kült filmlerine imza atmış bir yönetmenin elinden çıkmış olması. Ha, bu beni kedi olarak ilgilendiriyor mu? Eğer “Blood Orgy of Cat Devils” diye bir film çekseydi belki…
İşte, gündüzleri annemle babam işe gittikten sonra, günüm film izlemekle geçiyor benim. Bazen, sokaktaki akrabalarıma karşı hoyratça davrananlara karşı, şu filmlerden öğrendiğim hareketleri yapayım diyorum ama sonra ağır bir uyku bastırıyor, olduğum yere kıvrılıveriyorum. Madem okuyarak buraya kadar geldiniz, siz sevgili Tersninja okuyucularından bir ricada bulunayım. Malum yaz geldi, sıcaklar bastırdı. Yakınlardaki kedileri düşünerek, etrafınıza su koyar mısınız acaba? Su içmezsek delirir, yukarıda anlattığım psikopat kedilere döneriz bak, demedi demeyin!