Bu hafta sinemalarımıza tam tamına sekiz film konuk oluyor! Geçtiğimiz sene 23 Aralıkta vizyona giren Labirent, vizyonda bir kez daha şansını deniyor bu hafta itibariyle. Sean Penn’in Nazi avcılığına soyunan emekli bir rock yıldızını canlandırdığı Olmak İstediğim Yer, bizce haftanın en iyisi! Bu haftanın en şanslıları gerilimseverler, çünkü onlar için üç adet seçenek mevcut: Cinnet Gecesi, Tımarhane ve ATM. Eski günlerinin uzağında olan Oliver Stone’un yeni filmi Vahşiler için gelen ilk eleştiriler pek olumlu değil. Ama yine de emektara bir şans vermek gerek, diye düşünüyorum. Suç filmlerini sevenler, bu film sizin için: Fransız mafya çeşitlemesi Bir Mafya Hikayesi, Fransa’nın bir zamanlar en büyük çetesi olan Lyonnais’leri anlatıyor. Ve son olarak, Fransa’nın geçtiğimiz yıl Oscar’lara gönderdiği, Cannes’da iyi tepkiler alan Yaşam Savaşı, ilgiye değer bir hastalık dramı. Hanımlar, baylar Tersninja vizyon kolektifi iftiharla sunar!
Olmak İstediğim Yer (This Must Be the Place)
[xrr rating=4/5]
Yönetmen: Paolo Sorrentino
Senaryo: Paolo Sorrentino, Umberto Contarello
Oyuncular: Sean Penn, Frances McDormand, Judd Hirsch
Yapım: 2011 / İta-Fra-İrl. / 118 dk.
2008’de Il divo filmiyle Cannes’dan Jüri Özel Ödülü’yle dönen yeni dönem İtalyan sinemasının önde gelen isimlerinden Paolo Sorrentino, yeni filmi Olmak İstediğim Yer’de (This Must Be the Place) düşmüş rock yıldızı Cheyenne’in (Sean Penn) Amerika’ya uzanan Wendersvari yolculuğunu konu alıyor. Talking Heads’in bir şarkısından ismini alan filmin, Andy Warhol’dan Michael Jackson’a değin birçok ismi çağrıştıran esas karakteri Cheyenne ise, The Cure’un solisti Robert Smith’den esinlenilerek yaratılmış.
Cheyenne, jübilesini yapmasına karşın Dublin sokaklarını hala siyahlar içinde başıboş arşınlayan, küçük borsa yatırımlarıyla hayatını idame ettiren eski bir rock yıldızıdır. Bir gün otuz yıldır görüşmediği babasının ölüm haberini alır ve cenaze törenine katılmak üzere Amerika’ya gider. Burada, babasının ömrü boyunca Auschwitz toplama kampındayken kendisine işkence eden Nazi’yi aradığını öğrenen Cheyenne, babasının yarım bıraktığı bu hesabı kapatmaya karar vererek New York’a doğru yola koyulur.
Olmak İstediğim Yer, bir babayla hesaplaşma, köke dönüş hikâyesi aslen; yol filmi janrına dahil edebilecek olan film, sonradan ancak Amerikan sinemasında görebileceğiz cinsten ani bir trükle Nazi avcısı çeşitlemesi olup çıkıveriyor. Tabii, alışılagelmiş bir Amerikan filmi gibi yapmıyor bunu, dingin üslubundan gram şaşmıyor! Bu keskin virajı yetkinlikle almış yönetmen Paolo Sorrentino, aksi halde filmin ikna ediciliği hayli azalabilirdi.
Geçmişte toplama kamplarında görev yapmış, bir kıyıda saklanan Nazi karakteri, sinema için her zaman ilgi çekici oldu. Bryan Singer imzalı King uyarlaması Apt Pupil’de (1997) de böylesi bir Nazi karakteri bulunuyordu. Üstelik filmin Cheyenne’ye benzeyen eksen karakteri, bu Nazi’ye kafayı takıyor, ona hayatı zindan ediyordu. Apt Pupil’in izlek bakımından Olmak İstediğim Yer’in referansı olduğu ifade edilebilir rahatlıkla.
Biraz oyunculuklara değinelim: Beş defa En İyi Aktör Oscar’ına aday olup iki defa heykelciliği koltuğunun altına sıkıştıran Sean Penn, görüp görebileceğiniz en iyi performanslarından birini ortaya koymuş Olmak İstediğim Yer’de, bana kalırsa. Özgün yürüyüşünden, mimiklerine karakter kompozisyonu beylik deyişle takdire şayan! Bununla birlikte Frances McDormand da, ‘ayrıksı karakter oyuncusu’ ünvanının hakkını sonuna kadar vermiş.
Oldukça stilize bir görüntü çalışması olan film, ikinci yarıda karton bir Amerika panoraması çizmeye girişse de, bu rahatsız edici boyuta ulaşmıyor neyse ki. Yahudi soykırımı, filme incelikle iliştirilmiş bir öğe olarak göze çarpıyor. Propagandist bir çizgide seyretmeyen bu öğe, filmi tipik soykırım filmlerinden çok ayrı bir yere konumlandırmış. Sıra dışı final hamlesiyle bütün klişeleri tersyüz eden Olmak İstediğim Yer, yer yer tematik sarkmaları bulunsa da, genel olarak eli yüzü düzgün bir ‘babayla hesaplaşma’ draması sonuçta.
Ercan Dalkılıç
***
Bir Mafya Hikayesi (Les Lyonnais)
[xrr rating=3/5]
Yönetmen: Olivier Marchal
Senaryo: Olivier Marchal, Edgar Marie, Edmond Vidal (kitap)
Oyuncular: Gérard Lanvin, Tchéky Karyo, Daniel Duval
Yapım: 2011 / Fra-Bel. / 102 dk.
Oldukça enerjik bir jenerik ile başlayan Bir Mafya Hikayesi (Les Lyonnais) Çingene kökenli bir mafya babasının hayatının son dönemlerini anlatırken geri dönüşler ile Fransa’nın bir zamanlar en büyük çetelerinden olani, 1967 ile 1977 yılları arasında sayısız soygun yapan Lyonnais’lere de bakış atıyor.
Eşi, çocukları, torunları ve dostlarıyla mutlu bir hayatı olan Edmond Vidal ya da namı diğer Momo (Gérard Lanvin) geçmişte yaptığı kanunsuz işlere bir son vermiştir. Torununun vaftiz günü 13 yıldır görmediği, en yakın arkadaşı Serge’nin (Tchéky Karyo) polis tarafından tutuklandığını öğrenir.
Momo ve Serge çocukluk yıllarında tanışıp arkadaş olmuşlar, 18 yaşına geldiklerinde bir kasa kiraz çaldıkları için 6 ay hapis cezası almışlardır. Yıllar içinde Momo çetelere girerken kardeşi gibi gördüğü Serge hep yanında olmuştur. Momo artık işleri bırakmış olsa da en yakın dostu için her şeyi göze alıp tekrardan kanunsuz işler yapması gerekmektedir. Ancak Serge’nin peşinde sadece polis yoktur ve Momo’nun verdiği kararlar kendisi dahil pek çok kişinin hayatını etkilemeye başlar.
Fransız sinemasının son dönemdeki başarılı mafya filmlerinden olan Bir Mafya Hikayesi, o yıllarda solcu partilerin Fransa’da iktidara gelmemesi için yapılan kimi numaralara az da olsa değiniyor.
Gérard Lanvin’in oldukça etkili bir performans çizdiği Bir Mafya Hikayesi’nde, Momo’nun gençliğini Dimitri Storoge canlandırıyor.
Hızlı ilerleyen ve geçişleri oldukça iyi olan filmin belki de tek kusuru oldukça uzun bir hikayeyi 102 dakikaya sığdırmaya çalışması. Zira 160’ların sonunda geçen bölümler de, Serge’nin tutuklanmasından sonra yaşananlar da oldukça farklı ve etkili bölümler.
Geçmişte yaşanan soygunlar ve olaylar, hem mafya hem de dönemin siyasi olayları açısından önemli. Günümüz bölümü ise daha kişisel olsa da insanın değerlerini sorgulaması ve hayatta nelere öncelik verdiği göstermesi açısından ilginç. Bir Mafya Hikayesi uzun bir öyküyü gereğinden kısa anlatsa da iyi kotarılmış bir film.
Ali Abaday
***
[xrr rating=2/5]
Yönetmen: Oliver Stone
Senaryo: Shane Salerno, Don Winslow, Oliver Stone
Oyuncular: Aaron Johnson, Taylor Kitsch, Blake Lively
Yapım: 2012 / ABD / 131 dk.
Oliver Stone, uzun bir süredir düşüşte. Belki muhaliflikten yoruldu, belki zamana yenildi, bilinmez. Eskisi gibi şaşırtmıyor, çarpmıyor, sersemletmiyor artık. Sineması sakinleştiğinden değil, sanki meselesi kalmamış gibi.
Adının neden Vahşiler (Savages) olduğunu cevaplarcasına, Testere serisini hatırlatan bir sahneyle açılıyor film. Elinde elektrikli testereyle maskeli bir adam, dizleri üzerine çökmüş ölümü bekleyen ‘kurbanların’ önünden geçiyor. Seyirciye de “kan banyosuna hazır olun” mesajı veriliyor bir bakıma. Daha sonra bu görüntüyü izleyen Ben ve Chon, Baja kartelinin bu yaptığından hareketle onları ‘vahşiler’ olarak niteliyor. Fakat Oliver Stone’e göre ‘vahşilik’ sadece şiddetle ilişkili değil; daha çok, yaşam biçimiyle ilgili. Bu durumda, açık ilişki yaşayan, aralarında hiçbir sınır bulunmayan Ben, Chon ve Ophelia üçlüsü de vahşi (yabani) oluyor. Bu yüzden Elena ve onun tetikçisi Lado da, bu üç arkadaşı ‘vahşiler’ olarak görüyor. Fakat karakterlerin ‘nedenleri’ üzerine ikna edici bir şey göstermiyor film. Hatta böylesi bir gayrete bile girişmiyor.
Oliver Stone’un ‘vahşilik’ üzerine pek esaslı olmayan bu ‘debelenişi’, meselesizlik ile ilgili. Üstüne bir parça mental yorgunluk ve nostalji arayışı eklenince film, müstehcenlik ve şiddetle yoğrulmuş uzun soluklu bir video klip estetiğinde kalıyor. Başka türlü söylersek Vahşiler, hiçbir özgünlüğü olmayan senaryosu, karton tipleri ve ele aldığı konu ile karakterlere alabildiğine yüzeysel yaklaşımıyla başlı başına bir hayal kırıklığı.
Filmin müzikleri, bu hayal kırıklığını az da olsa hafifletiyor. Yönetmenin mental yorgunluğu oyuncuları da etkilemiş gibi; neredeyse durumu ‘idare’ ediyorlar. Belki Salma Hayek ile Benicio del Toro’nun diğerlerinden biraz daha olumlu bir kompozisyon çizdiği söylenebilir; o kadar. Son olarak; 18 yaş sınırıyla gösterime giren Vahşiler’in, bünyesi ve midesi hassas izleyici için rahatsızlık verebilecek içerik ve görüntüye sahip olduğu notunu düşelim.
Ali Koca
***
[xrr rating=2.5/5]
Yönetmen: Tolga Örnek
Senaryo: Tolga Örnek
Oyuncular: Meltem Cumbul, Timuçin Esen, Sarp Akkaya
Yapım: 2011 / Türkiye / 123 dk.
Robert Koleji’nden mezun olduktan sonra ABD’de devam ettiği yüksek öğrenimine sinema eğitimini de eklemleyen Tolga Örnek, asker çocuğu olarak milliyetçi-kemalist değerlerle donanmış olsa da, Türk burjuvazisinin çocuklarının geneli gibi Angolasakson kültürü içselleştirerek büyümüş olmalı. Bildiğimizden değil, mantık yürütüyoruz.
Labirent teknik anlamda değerlendirildiğinde iyi bir film. Gerek aksiyon sahneleri, gerekse tempolu macera kurgusu anlamında Türk sinemasında bugüne dek ulaşılan noktayı biraz daha ilerilere taşıdığı muhakkak, ama aradaki milliyetçi söylemleri saymazsak neredeyse tamamen Amerikan espiyonaj filmlerinin kodlarıyla anlatılmış bir hikaye ve karakterler. Türk polislerinden çok, 24 dizisinden karakterler izliyoruz sanki. Ülkemizi tehdit eden global komployu akılcı ve ikna edici biçimde kurgulamış olsa da, aksiyonlu olay örgüsünün kimi noktalarında kolaycılığa kaçtığı gözlemlenen Örnek‘in, bu anlamda senaryo sıkıntılarından -polisiye/gerilim kurgu acemiliği diyelim biz ona- muzdarip olduğu söylenebilir.
Landlord
***
[xrr rating=1.5/5]
Yönetmen: David Brooks
Senaryo: Chris Sparling
Oyuncular: Alice Eve, Josh Peck, Brian Geraghty
Yapım: 2012 / ABD-Kan. / 90 dk.
Gerilim filmleriyle o kadar çok karşılaşıyoruz ki izleyici olarak artık kolay kolay heyecanlanmadığımızı söyleyebilirim. Korku ve gerilim filmleri özel türlerdir, kendilerine göre formülleri vardır. Bu tür filmlerin alt metinlerine istediğiniz konuyu ve eleştiriyi saklayabilirsiniz. Zaten bir korku veya gerilim filmini başarılı diye nitelememizin en büyük sebebi de bu alt metinlerde bulunan eleştirilerdir.
Uyarısız Şiddet: ATM, gerilime dayanarak kapitalizme eleştirisine soyunuyor. Filmin senaristi ise Chris Sparling. Sparling, bizim önem verdiğimiz bir isim. O da daha yolun başında ama 2010 yılında Toprak Altında (Buried) filmiyle çok başarılı bir iş çıkarmıştı. Buried’te başrolde oynayan Ryan Reynolds bütün filmi bir tabut içinde kendini kurtaracak birilerine ulaşmak için çaba sarf ederek geçirmişti. Ama Amerikan kapitalizminin vurdum duymazlığını aşamamış ve ölümle kucaklaşmıştı.
Şimdi bu filmden sonra ATM’nin de senaryosunu yazan Sparling’ten aynı başarıyı tekrarlayan bir film bekledik. ATM’yi seyrederken onun parmak izleri hissediliyor filmde ama sanıyorum ilk uzun metraj filmini çeken David Brooks’un ehil olmayan işi onun da amacına ulaşmasını engelliyor.
Bir finans şirketinde danışman olarak çalışan David ekonomik bunalımın da etkisiyle birçok insana para kaybettirir. Bunlarla uğraşırken aynı ofiste çalışan sarışın güzel Emily’den de etkilenmektedir. Ama David, Emily’e bir türlü açılamaz. Her karşılaştıklarında eli ayağına dolaşır. Ofisteki çalışma arkadaşı Corey ise David’in durumunun farkındadır. David’den daha fırlama olan Corey arkadaşını Emily ile konuşmak için zorlar. David bir parti sonrasında Emily’i evine götürme şansını yakalar. Ama Corey peşlerini bırakmaz, yolda para çekmesi gerektiğini söyler ve bir kulübe şeklindeki ATM’de dururlar. Corey kendi parasını harcamamak için kartının bozuk olduğunu David’e söyler ve beraberce ATM’ye girerler. Emily de tek başına kalmaktan korktuğu için ATM’ye gider. Tam parayı çekerler ve çıkmak üzereyken kapının ilerisinde kapşonlu bir adam görürler. Adam tehditvari bir şekilde hiç hareket etmeden karanlığın içinde durur. Üç arkadaş ne yapacaklarını bilemez. Sonunda cesaret edip çıkmaya çalıştıklarında adam üzerlerine yürür onlar da ATM’nin içine kaçar. Artık ATM onların kodesidir. Film böylece akıp gider. Ölümler ve kurutuluş çabaları birbirini izler.
Burada kurbanların finans şirketinde çalışması dikkat çekicidir. Üstelik bankaların uzantısı ATM onların kodesi olmuştur. Saldırganın bunu niçin yaptığını hiç öğrenemeyiz. Bu anlamsızlığın altında aslında kamu vicdanı yatmaktadır. Kapitalizme, onun uzantılarına duyulan şiddet. Tabii kendini bilen herkes kapitalizm karşıtıdır ama kapitalizm eleştirisini buralara getirmek olayı hafifletmekte, hatta biraz da ucuzlaştırmakta. Kalitesiz bir film neyi dert edinirse edinsin amacına ulaşamaz.
Ne yazık ki ATM kalitesiz bir yapım. Kör göze parmak hedefini seçmiş ve hiçbir yaratıcılık göstermeden ucuz bir iş ortaya çıkarmış. Halbuki oyuncular iyi isimler. Emily’i oynayan Alice Eve güzelliği kadar oyunculuğunu da sevdiğimiz isimlerden. David’i canlandıran Brian Geraghty ise Hurt Locker’daki performansı ve bağımsız filmlere yakışan oyunculuğu ile daha iyi yapımları hak ediyor.
Serdar Akbıyık
***
Cinnet Gecesi (The Incident)
Yönetmen: Alexandre Courtès
Senaryo: S. Craig Zahler, Jérôme Fansten
Oyuncular: Rupert Evans, Anna Skellern, Dave Legeno
Yapım: 2011 / ABD-Fra-Bel. / 85 dk.
***
Yaşam Savaşı (La Guerre Est Declaree)
Yönetmen: Valérie Donzelli
Senaryo: Jérémie Elkaïm, Valérie Donzelli
Oyuncular: Valérie Donzelli, Jérémie Elkaïm, César Desseix
Yapım: 2011 / Fra. / 100 dk.
***
Yönetmen: Sean Stone
Seneryo: Sean Stone, Alexander Wraith
Oyuncular: Oliver Stone, Alexander Wraith, Sean Stone
Yapım: 2012 / ABD