Yeni sezon başladı derken bayram tatili geldi. Haliyle sinema salonu işletmecilerinin ağzı sulanmıştır. Peki seçeneklerimiz nedir? Aksiyon/macera için Ölümcül Deney 4: Ölümden Sonra, dram seyretmek için Centilmen, çoluk çocukla film seyretmenin dayanılmaz hafifliği için de Saftrik Greg’in Günlüğü tavsiye edilir. Tatil deyip Ters Ninja‘yı ihmal etmeyin…
Yönetmen Luc Besson geçtiğimiz yüzyılda kaldı. Le Dernier Combat (1983), Subway (1985), Le grand bleu (1988), La Femme Nikita (1990), Léon (1994), The Fifth Element (1997) gibi filmlerle gayet keyifle takip ettiğimiz kariyeri Joan of Arc‘tan (1999) itibaren düşüşe geçti. Luc Besson‘un bunu dert ettiğini de sanmıyorum. Senarist ve yapımcı olarak daha fazla para kazanıyordur herhalde.
Son filmine gelince: Kadın kahramanlara düşkün olan Besson‘un son icadı Adele. 1912 yılında yaşayan gözü kara bir gazeteci ve Mısır’a kadar gidip mumyalarla uğraşacak kadar deli dolu. Hikâyenin temelini Paris’te sergilenen bir dinazor yumurtasının kuluçkalanması ve ortaya çıkan pterodactyl’in estirdiği terör oluşturuyor.
Genel anlamda Stephen Sommers‘ın Mumya serisi gibi, geçmiş dönemde yaşanan fantastik/komik maceralar bütünü diyebiliriz. Ancak The Fifth Element gibi işler çıkarmış bir yönetmenin ismine yakıştığını söyleyemeyiz.
Acımasız kiralık katil Jack, doğal olarak, ölümcül düşmanlara sahiptir. Bu nedenle İsveç’te kız arkadaşını öldürmek zorunda bile kalmıştır. Yeni bir iş ve bir süre saklanmak için geldiği İtalya’nın küçük bir kasabasında Peder Benedetto’nun arkadaşlığı ve fahişe Clara’nın sevgisinin de etkisiyle ölüm ve şiddet dolu bu dünyadan kurtulmaya çalışır.
Anton Corbijn özellikle ilk uzun metraj filmi Control (2007) ile tanınan bir yönetmen/fotoğrafçı. Video klip ve kısa film alanındaki deneyimleri, fotoğrafçılık meziyetleri ile keyifli ve ustalıklı bir sinematografi ortaya çıkarmayı başarıyor. Bu nedenle hikâyede sessiz ama derin bir boyut yarattığı hissiyatını veriyor. Ancak filmleri biraz daha incelikle irdelendiğinde dramaturji hususundaki eksiklikleri göze çarpıyor. Centilmen de bundan nasibini (ilk filmine göre) daha fazla nasibini almış. Türk sineması açısından senaryoya hiç de yabancı değiliz. Silahıyla yaşamayı öğrenmiş bir adamın aşık olduktan sonra karanlık aleminden kurtulmaya çalışması bugün bile (bknz: haftanın diğer filmi Paramparça) kullanılmaya devam eden bir melodram kalıbı. (Bu konuda nice Cüneyt Arkın, Kadir İnanır vs filmi seyretmişizdir, değil mi?) Corbijn bu kalıbı daha ustalıklı ve doğal bir seviyeye taşımayı başarıyor, ama daha öteye gidemiyor. En basitinden karakter gelişimi aklımıza oturmuyor, filmin hemen başında kimliği açığa çıkmasın diye kız arkadaşını soğukkanlılıkla öldüren bir adamın kısa zaman sonra bir başka kadına kendini kaptırması yapay duruyor. Filmin sonuna geldiğimizde, Violante Placido‘nun cömertçe sergilediği güzelliğinden başka, bizde kalan pek bir şey yok.
Corbijn‘in bir sonraki filminde daha başarılı bir senaristle çalışmasını umuyorum, çünkü sinematografi tek başına kurtarmıyor.
Not: Filmlerin Türkçe isimlendirmelerine laf söylemek bıktırıcı, ama kendimi tutmayayım. Orijinal ismi The American olan filmin Centilmen şeklinde Türkçeleştirilmesinin sebebi, senaryonun uyarlandığı romanın ismi (A Very Private Gentleman). Oysa öğrendiğime göre film romandan epey farklı ve filmde Jack’in centilmenliğini de pek göremiyoruz. Sade ve basit biçimde Amerikalı diye çevrilmemesinin sebebi Şerif Gören‘in şaheser(!) filmiyle karıştırılmasını engellemek mi acaba?
Paramparça Yönetmen: Naci Çelik Berksoy
Senaryo: Ozan Çobanoğlu
Oyuncular: Ozan Çobanoğlu, Kadim Yaşar, Ezgi Sertel, Fatih Yurdakul, Cengiz Uzun
Yapım: 2010, Türkiye,
Yönetmen günümüzde yoğun olarak dizi sektöründe çalışan bir isim (1992 tarihli Her Gece Bodrum filmi hakkında bilgim yok). Bu nedenle ona dayanarak film hakkında fikir yürütmek pek mümkün değil. Filmin senaryosu da Tek Türkiye isimli facianın başrol oyuncusu Ozan Çobanoğlu‘na ait. Dizideki performansı hiç de iç açıcı değil, ama Türkiye’deki dizilerden bir beklentimiz yok. Dolayısıyla bu filmi önyargısız biçimde izleyip karar vermek gerekiyor.
Ama ben bunu yapamayacağım.
Öncelikle filmin konusunu basın bülteninden aynen aktarayım: Hapisten yeni çıkan ve geçmişin tüm karanlığını unutmak isteyen eski kiralık katil Kemal, dış dünyadan kaçsa da, kendi içinde vicdan hesabı onu rahat bırakmaz. Yeni bir hayata başlayabilmenin yolunu, eşi ve kızında bulmaya çalışır… Fakat kötü kaderi hep ensesindedir. Ömer’den intikam almayı kafasına takmış olan Uğur, aradığı adamı bulmuştur. Ve Kemal tekrar karanlık dehlizlere dalar… Yeni bir hayat için başka birinin hayatını alır. O andan itibaren Kemal, ailesi, Uğur ve gözü yaşlı abi Ömer için parçalanma süreci başlar. Artık hiç kimsenin yapabilecek bir şeyi kalmamıştır. Şimdi herkes en diptedir.
Bu klişeler silsilesini okuduktan sonra filme yönelik hiçbir hevesim kalmıyor. “Ben kötü bir filmim,” diye bağırıyor sanki. “Seyretmeden nasıl bilebilirsin ki, en azından başkalarının yorumlarını oku,” diyebilirsiniz, haklısınız. Ancak haksızlık yaptığımı kabul etmeye dünden razıyım, çünkü Türk sinemasında yeteri kadar kötü film çekiliyor.
2007’den beri Amerikan çocuk kitapları listelerinin zirvesinde yer alan, 5. kitabına ulaşan bir seri söz konusu. Ülkemizde de Epsilon Yayınevi tarafından yayınlanan kitaplardan haberdar değildim, ama en nihayetinde bir Harry Potter vakası da değil.
Karikatürist Jeff Kinney‘in son derece basit çizgilerle resimlediği romanlarda Greg Heffley’in ortaokul arefesinde tutmaya başladığı günlükleri aktarıyor. Büyümenin ilk eşiğinde, zorlu okul şartlarında sivrilerek popüler olma çabasındaki Greg, bu uğurda en yakın arkadaşı Rowley Jefferson’a ihanet edecek kadar gözünü karartabiliyor.
Her ne kadar bir çocuk kitabı olsa da, filmin anlatımı daha çok büyüklere yönelik bence. Amerikan film/dizilerinden gayet hakim olduğumuz popülerlik sorunsalı lise seviyesinden ortaokul çağlarına taşınmış, böylece çocuksu bir masumiyet kazanmış. Ama öte yandan büyüklere ait nostalji duygusu çok baskın kalmış. Bunun sebebi uyarlama süreci olabilir, çünkü birazcık araştırınca kitaba çok da sadakat gösterilmediğini öğrenebiliyorsunuz.
Eğer Rugrats ya da Recess gibi konu aldığı çocukların dünyasında yaşamayı başarsaydı çok daha ilginç bir film olabilirdi. Bu haliyle keyifli bir seyirlik olmanın ötesine gitmiyor. Yine de bayram tatilini fırsat bilerek çoluk çocuğu sinema salonuna götürmek için doğru bir tercih.
Bir dip not olarak Chloe Moretz‘ten bahsetmek gerek. Elinde Allen Ginsberg‘in Uluma (Howl) kitabıyla göründüğü andan itibaren sempati toplamayı başarıyor. Neden vizyona girmediğini anlayamadığım Kick-Ass filminde harika bir Hit-Girl profili çizen Chloe Moretz, yakında vampir filmleri başyapıtı Låt den rätte komma in (2008) filminin yeniden çevriminde de karşımızda olacak. Seyrettiğim iki filmi ile çok büyük bir çocuk oyuncu olduğunu söyleyemem, ama yaşından fazlasıyla olgun tavırları akranlarının arasından kolayca sıyrılmasını sağlıyor.
İtiraf etmeliyim ki ben bu seride ipin ucunu kaçırdım. İlk iki filmi hayal meyal aklımda, üçüncüsünü izlemedim ama dördüncüsü vizyonda ve beşincisinin planlaması yapılıyor.
First Person Shooter oyunlarının hakimiyetini iyice belirginleştirdiği dönemde zirvesine ulaşan Resident Evil‘in oyun piyasasında esamesi okunmuyor artık, ama film olarak yaşamına tam gaz devam ediyor.
Kahramanımız Alice bu sefer de Umbrella Corporation ve virüsle mücadele edip insanlara yardım etmeye çalışıyor. Uzun uzadıya konuşmanın faydası var mı? Aksiyon ve heyecan dolu bir macera. Landlord‘un dediğine göre de gayet keyifli ve görevini yerine getiriyor.