Sinema yazınında son dönemlerde sıklıkla yaşandığı üzere, geçen hafta yine ciddi bir tartışma gündemin baş köşesine oturdu. Yeni Şafak gazetesinin -kimi sinemaseverler tarafından çok sevilen ve işinde fazlasıyla başarılı bulunan, kimilerince de ölesiye nefret edilerek her fırsatta yerin dibine sokulan, hakkında henüz genel bir konsensus oluşamamış- sinema yazarı Ali Murat Güven, gazetesinin internet edisyonunda yayımladığı geniş kapsamlı bir yazıyla, hem sinema câmiâsında çeyrek yüzyıldır “dindar kimlikli bir gazeteci-yazar” sıfatıyla maruz kaldığı rencide edici olayları bir şekilde özetledi, hem de kendisine teklif edilen Malatya Film Festivali jüri üyeliğine “O varsa, ben yokum” diyerek karşı çıkan Star Gazetesi sinema yazarı meslektaşı Alin Taşçıyan’ın bu reddedici tavrına cevap verdi.
İlgili yazısında, Malatya Film Festivali danışma kurulu üyesi Taşçıyan ve ona yakın duran diğer bazı isimlerin sergilediği dışlayıcı tavırlar karşısında “mesleği bırakma kararı aldığını” belirten Güven’e ulaştık ve bu konudaki sorularımızı yönelttik. O da cevaplarını olanca netliğiyle verdi.
– Geçtiğimiz hafta Yeni Şafak’taki köşenizde uzun bir yazı kaleme aldınız. Yayınıyla birlikte sektörde yoğun tartışmalara yol açan bu yazınızın sonunda da bazı çevrelere kırıldığınızı belirterek, “sinema yazarlığını bırakacağınızı” imâ ediyorsunuz.
Bu, kırgınlık ya da kızgınlıkla gelen anlık bir tepki mi, yoksa üzerinde uzun uzadıya düşünülerek alınmış ciddi bir kararın okurlara tebliği miydi? Ali Murat Güven, gerçekten de sinema yazarlığını bırakıyor mu?
Beni özel hayatta yakından tanıyanlar, şu huyumu da çok iyi bilirler. “Rastgele savurmalar”la, içi boş üflemelerle yaşamam; hele de meslek hayatımda asla bunların üzerinden geçinmem. Ağzımdan çıkan her sözün kendi açımdan ahlâkî bir bağlayıcı vardır.
Sinema yazarlığını, film eleştirmenliğini, sinema sayfası editörlüğü yapmayı kesin olarak bırakma kararı aldım. Aslında, sektörümüzün içinde yüzdüğü insanî sefalete, bu meslekî arenanın içinde barındırdığı tek boyutlu/tek cepheli ideolojik çeteleşmeye profesyonel çalışma hayatımda derinlemesine tanık olduktan sonra, böyle bir kararı ta 2010’da vermiştim. Hattâ, o dönemdeki bir yazımda, “Abbas bu yakınlarda aranızdan yolcudur sevgili dostlarım” diyerek, kararımı okurlarımla da paylaşmıştım.
Fakat, gelin görün ki maişet sorunlarıma kalıcı bir çözüm üretemediğim için, iki yıl önceki bu kararımı bir türlü yürürlüğe sokamadım. Öncelikle, beni nicedir “sinema editörü” pozisyonunda görmeye alışmış olan gazetemde, meslekî kıdemim ve kalibreme yakışan başka bir pozisyona geçme fırsatı elde edemedim. Aday olunacak her yeni görev ya da makam, o koltukta oturan başka bir meslektaşın yerine göz dikmek gibi olacaktı. Doğal süreç içinde uygun bir pozisyon açılmadığı gibi, “adı çıkmış dokuza, inmez sekize” misâli, ömrümüzü bozuk para gibi harcayan bir politik câmiânın medyasında yeni birini istihdam etmek söz konusu olduğunda, şimdilerde artık rağbet bu politik hareketin sadık ve kararlı çocuklarına değil, o ortamlara tamamen oportünist/makyavelist bir mantıkla ve geçici olarak yılışan kişilere yoğunlaştığından, bizi işe alıp çalıştıracak “dindar” bir dergi, gazete ya da televizyon da bulamadık doğrusu…
20 yıllık evliyim, her biri okullarında çok iyi dereceler alan iki kızım var. Bir eş ve baba olarak onları geçindirmek, insanî ihtiyaçlarını karşılamak zorundayım. O yüzden, çok istememe rağmen, 2010 yılında meslekte kulvar değiştiremedim. Benden açık ya da gizli şekilde nefret eden bazıları bu durumumu “Attı ortaya bir laf, sonrasında da kendi söylediğini unutup gitti” şeklinde değerlendirmeyi tercih ettiler. Fakat kazın ayağı o şekilde değildi. Bir baba olarak, her kafam bozulduğunda kapıyı vurup gitme lüksüm yok benim. Ailemi ayakta tutabilmek için, meslekî açıdan yeni ve doğru bir fırsat yakalayana kadar mevcut işimi mecburen sürdürmek zorunda kaldım. Yoksa, dindar bir sinema yazarı olarak, bu ülkenin sinema piyasasında genel kabul görme yönündeki umudumu çoktan kaybetmiş durumdayım. Bundan sonrası için de en küçük bir beklentim bile yok. Türkiye’de sinema sektörü, hayatı benim perspektifimden yorumlayan insanlara uygun bir yer değil…
– Pekiyi, maişet sorunları noktasında şimdi ne değişti de geçen haftaki açıklamayı yapma gereğini duydunuz?
Beni medya sektöründe 20-25 yıldır tanıyanlar, aslında “sıcak haber” konusunda ne denli deneyimli, üretken ve başarılı bir gazeteci olduğumu da yakından bilirler. Ancak, yıllar geçtikçe medya organlarında bizim bu cephemizi bilen ya da geçmişteki başarılı habercilik çalışmalarımızı hatırlayan yöneticilerin sayısı da gitgide azaldığından dolayı, 8 yıldır fiilen yürüttüğüm “sinema sayfası editörlüğü” görevi üzerime resmen yapışıp kaldı, sanki sinema haberciliğinden başka hiç bir alandan zerrece anlamıyormuşum gibi olumsuz bir meslekî resim ortaya çıktı.
Oysa ben anamdan “sinema sayfası editörü” olarak doğmadım. 2005 yılına kadar pek çok dergide, gazetede, televizyon kanalında aktif habercilik yaptım, sıcak haber alanında adım adım pişip uzmanlaştım. Sinema editörlüğü, 2005 yılında, Yeni Şafak gazetesinde genel yayın yönetmeni makamındaki nöbet değişimi sırasında, Selahattin Sadıkoğlu’nun bıraktığı bu makama gelen Mustafa Karaalioğlu dostumuz “Bundan sonraki dönemde gazete içinde sen ne yapmak istersin?” diye sorduğunda tercih etmiş olduğum bir pozisyon… Bir tarafta gazetenin yazı işleri müdürlüğü seçeneği vardı, diğer tarafta da sıfırdan bir sinema sayfası kurup yönetmek… Ben de kendime göre üstün ideallerle Rolls Royce’u reddedip Doğan görünümlü bir Şahin’i tercih ettim, 18 Kasım 2005 tarihinden itibaren Yeni Şafak’ta haftalık bir sinema sayfasını kurup yönetmeye başladım.
Ve şimdi görüyorum ki hayatımın en yanlış kararlarından biriymiş bu… Kimileri diyor ki “Özellikle dinî duyarlılıkları yüksek medyaya sinemanın önemini sen öğrettin, Yeni Şafak’taki sayfadan sonra AKP’li bir sürü yerel yönetim kısa-uzun metraj film festivalleri düzenlemeye başladı, diğer muhafazakâr gazeteler de Yeni Şafak’a özenerek bağımsız sinema sayfaları oluşturdular, muhafazakâr kanallarda sinema programları ortaya çıktı, dindar gençlerin sinemaya üretici ve izleyici olarak ilgileri arttı” vesaire vesaire… Bunların hepsi doğrudur; fakat aynı zamanda bir noktadan sonra da hepsi “hikâye”dir.
Karaalioğlu, bana 2005 yılı yazındaki o yönetim değişikliği sürecinde gazetenin yazı işleri yönetimini üstlenecek 4-5 kişiden biri olma fırsatını tanırken, benim “Yok ağabey, ben yazı işlerinde görevli olmak istemiyorum, bu gazetenin tarihindeki ilk bağımsız sinema sayfasını kuracağım. Muhafazakâr cenahın daha inceltilmiş bir kültür-sanat anlayışına, özellikle de sinema alanında geniş çaplı bir ufka ihtiyacı var. Biz dindarlar, kültür-sanat alanında son derece acınası bir durumdayız. O yüzden ben de kendimi bütünüyle bu yola adayacağım” dediğimde, az kalsın oturduğu yerden üzerime uçup kafamı kıracaktı. “Sen kafayı mı sıyırdın, biz sana üst düzey bir görev teklif ediyoruz, sen ise hiçbir geleceği olmayan derme çatma bir kulübenin bekçiliğine tâlipsin. Çok istiyorsan, kültür-sanat sayfamız orada duruyor, haftada bir oturur, izlediğin bir filmin eleştirisini sırf keyif için yazar ve geçersin. Fakat, sinema gibi özellikle sağ kesimde fazlaca kıymet-i harbiyesi olmayan tâlî bir ilgi alanı için kariyerini zedeleme” demişti.
Öylesine idealist ve heyecanlıydım ki, bana her ne dedilerse asla dinlemedim ve sonuçta da benim dediğim oldu. “Al sayfanı, hayrını gör” diyerek, beni sıcak haber bölgesinden dışarı süpürüp, sinema sayfalarının kimseciklerin kapımı çalmadığı ıssızlığına terk ettiler. 8 yılı geride bıraktıktan, bu süreçte de ne İsa’ya, ne Musa’ya yaranamadığımı net olarak gördükten sonra, o dönemdeki yönetici dostlarımın vizyonunun benden çok daha doğru işlediğini acı içinde müşahede ediyorum.
Bırakın SİYAD çetesini ya da karşı mahalledeki politik hasımların vandalist tepkilerini, kendi mahallemde bile inanılmaz saygısızlıklarla, vefâsızlıklarla boğuşup durdum bu süreçte… İki tane Tarkovski filmi izleyip bir gecede rakipsiz sinema allamesi kesilen yeniyetme İslâmcı çocukların, “ultra-entel İslâmcı” yetiştirme gayesindeki sağcı vakıflarda üç gün felsefe dersi görüp Nietszche manyağına dönüşen başörtülü kızların bu uğurdaki mücadelesini küçümsediği, dahası “kıro” bulduğu, iki arada bir derede kalmış bir adam olarak misyonumun sonlarına üzüntü içinde ulaştım. Benim, yola çıkarken inandığım ve yoluna baş koyduğum kitle bu değildi. Ya da daha doğrusu, ben aslında var olmayan, büsbütün hayâlî bir kitleye inanıp güvenmişim.
Şimdilerde, yeni bir adreste yepyeni bir başlangıç yapma ışığı doğdu meslek hayatımda… Çok yeni bir adreste ve oldukça üst düzey bir pozisyonda… Yeniden sıcak habere ve yazı işleri ekibine dönüşün imkânları ortaya çıktı. Üstelik, iyi bir zamanlamayla, tam da SİYAD’çıların hakaret ve aşağılamalarının ayyuka çıktığı bir süreçte… Bu fırsatı mutlaka değerlendirip, sinema editörlüğüne bir daha hiç dönmemek üzere elveda diyeceğim. Böylece, yalnızca ben değil, benden nefret eden bir sürü şahıs da derin bir nefes alacak. İslâmî câmiâ, ruhsal kemâlat sürecini tamamlayamamış, meslektaşlarına karşı kıskançlıktan çatlayan ham insanlarla dolu olduğu için, bizim mahalledeki düşman miktarım, karşı mahalleden kat be kat daha fazladır. Bu da sinema editörlüğüne başladıktan sonra beni bile şaşırtan bir başka acı gerçek oldu.
– Tahminen ne zaman olacak bu pozisyon ya da iş değişikliği?
Etik olarak, belli bir gizliliği olan bu konuda çok da ayrıntılı bilgi vermemem gerekiyor. Fakat, en geç 2013 yılı başlarında ulusal medyada bambaşka bir yerde ve konumda olacağımı söyleyebilirim. An itibarıyla maçın uzatma dakikalarına girmiş durumdayım. Bütün hedefim de kâinatı yöneten hakemin benim maçıma çok fazla uzatma dakikası eklememesi… Çünkü sinema sektöründeki politik kumpaslardan artık fazlasıyla bıktım, bezdim, usandım ve nihayet nefret ettim. Bu sektör, onun kendilerinin malı olduğunu düşünenlere kalsın, ben artık yalnızca ruh ve beden sağlığımı korumak, adam gibi gazeteciliğimi yapmak istiyorum.
Bu yola koyulurken işimin zor olacağını biliyordum, fakat böylesine vahşi bir tarafgirlikle karşılacağımı ise hiç ummamıştım. Sanıyordum ki çalışkan, dürüst ve dobra bir adamı son kertede herkes benimser, sinema yazarlığı alanında benim gibi farklı renklerin bulunması hem sektör profesyonelleri, hem de okurun hoşuna gider.
Ancak, öyle olmadı; bu alanı dizayn etmiş olan materyalist zihniyetin kendisinden olmayana zerre kadar tahammülü söz konusu değil… Türkiye’nin kültür-sanat piyasasında tanık olduğum bu tek boyutlu yapılanmayı, sizin de sözünü ettiğiniz geçen haftaki yazımda uzun uzadıya anlattım zaten…
Velhasıl, daha fazla ısrara gerek yok. Pek yakında sinema yazarlığını bırakıyorum. 2010’da mecburiyetler karşısında direkten dönmüştüm. Fakat, bu kez meslekte yeni bir pozisyona geçişimi sağlayacak iş fırsatını ve ailemi geçindirecek ekonomik çıkış yolunu ciddi ciddi yakalamış gibiyim.
– Yazınızda da anlattığınız olaylardan sonra, 3’üncü Malatya Uluslararası Film Festivali’ndeki ulusal jüri üyeliğinden çekildiğinizi açıkladınız. Peki, bu durumda, sizin festival yönetimine önerdiğiniz “Yücel Çakmaklı Set Fotoğrafları Sergisi” de mi yapılmayacak?
Yapılmayacak. Bu serginin hazırlıklarına şu ana kadar cebimden 7-8 bin lira harcamış olmama rağmen yapılmayacak.
Rahmetli Yücel Çakmaklı hayattayken bizim ustamızdı, benim de çok yakın bir dostumdu, ağabeyimdi. Beni kentindeki film festivalinin ulusal yarışma jürisine davet eden Malatya Valisi Doç. Dr. Mehmet Ulvi Saran, geçen ay yaptığı bu teklifin yanı sıra, karşılıklı görüşmemiz sırasında bir de “Bize ne gibi sinemasal etkinlikler önerebilirsiniz” diye sormuştu. Onun nazik daveti ve talebi üzerine ilk aklıma gelen önerilerden biri de 2009’da yitirdiğimiz bu büyük ustayı 50’ye yakın nadide set fotoğrafıyla yâdedeceğimiz güzel bir sergi düzenlemek oldu. Elimde, 1970’ler ve 80’ler Türk sinemasından, odak noktasında Yücel ağabeyin yer aldığı gerçekten çok müthiş arşiv fotoğrafları var ki bunların büyük bir bölümü Çakmaklı ailesinin elinde bile bulunmuyor. Efemera, poster, lobi kart gibi koleksiyon tutkularım nedeniyle, hepsini yıllar içinde farklı farklı adreslerden, sabırla derleyip toparladığım malzemeler bunlar. Malatya’da da o nostaljik kareler ilk kez gün ışığına çıkacaktı. Fakat, Alin Taşçıyan’ın “Jüride o varsa, ben danışma kurulundan çekilirim” şeklindeki tepkisi, bu tepkinin içinde barındırdığı “aba altından sopa gösteren” tavır midemi bulandırdı. Malatya Film Festivali yönetimini zor durumda bırakmamak için, organizasyonun yalnızca jüri üyeliği cephesinden değil, benden yardım talep edilen her cephesinden çekildim. Çünkü, varlığım yarışmanın selametini de tehlikeye atabilirdi.
– Nasıl yani?
Alin Taşçıyan, Hülya Uçansu, Mehmet Açar… Bu hanımlar ve beyler Malatya Film Festivali’nin danışma kurulundalar ve özellikle Alin Hanım, ilk yılından bu yana (ülke sathındaki diğer pek çok yarışma gibi) burayı da gönlünce dizayn ediyor. “Ali Murat Güven varsa, ben yokum”, yalnızca kişisel bir çekilme tehdidinden ibaret değil. Bu ortamların içindeki herkes şunu iyi biliyor ki Taşçıyan oradan çekilirken yıka döke çekilecektir. Onun adının yarışmadan çekilmesi demek, ulusal ve uluslararası yarışma bölümlerine gelecek bir sürü filmin, bunların yönetmenlerinin, programı oluşturan bir dizi aktivitenin düzenleyicilerinin de yaşanan olaydan işkillenip festivali boykot etmesi gibi asla arzu etmeyeceğim bir duruma yol açabilirdi ki buna meydan vermemek için ben yol yakınken kendi edebimle çekildim. Zaten organizasyona dahil olmak için yırtınan taraf da ben değildim. Yazımda da anlattığım üzere, benim jüri üyeliğim, o günlerde Malatya Valisi olan, geçtiğimiz haftalarda ise Kamu Güvenliği Müsteşarı olarak Ankara’ya atanan Mehmet Ulvi Saran Bey’in daveti doğrultusunda oldu. Yoksa, ne benim Malatya’da jüri üyesi olayım diye bir yanıp tutuşmam söz konusuydu, ne de Vali dışındaki diğer Valilik yetkililerinin bana yönelik özel bir teveccühü söz konusuydu. Beni yıllardır düzenli olarak okuduğunu, televizyon konuşmalarımı izlediğini söyleyen Sayın Vali’nin kişisel bir inisiyatifiydi bu… Sonuçta Vali Bey daha üst düzey bir görev nedeniyle kentten alındı, yorgan gitti, kavga da bitti.
– Alin Taşçıyan’ın bu tavrının arkasındaki gerekçe, sizin onunla ilgili yazdığınız şeyler olabilir mi? Gazetede “yazdıklarının enter tuşuna basar basmaz, o yazının önce sizin önünüze geleceğini” yazmıştınız. Bunu kişisel bir tehdit, bir tür savaş ilanı olarak algılamış olabilir mi?
Alin Taşçıyan hakkında hiçbir zaman böyle bir söz söylemedim ve yazmadım. Bu minvalde söylediğim (o da Akit gazetesinin birkaç ay önce Uğur Vardan’ın şahsımı aşağılama girişimi nedeniyle benimle yaptığı bir röportajdaydı) tek şey, “O ve onun gibi düşünen kankalarının benim hakkımda bir kazan kaynatmaya başladıklarında, bunun haberinin bana tez elden ulaştığı”dır. Tekraren belirtiyorum ki, Taşçıyan benim hakkımda benim haberim olmadan aleyhte hiç bir girişimde bulunamaz. Bu gibi olumsuz durumlardan haberdar olabilmek için de illegal yöntemlere ya da zorbalığa başvurmama falan gerek yok. Biz Alin Hanım ile aynı dönemde aynı fakültede (İstanbul Üniversitesi Basın-Yayın Yüksekokulu Radyo-TV Bölümü) okuduk. Şu anda da Türk medyasını o ve benim kuşağımızdan, çoğu tanıdık olan kişiler yönetiyor. Günümüzde medyanın yönetici koltuklarında oturan arkadaşların büyük bir bölümü İstanbul ya da Marmara İletişim Fakültesi kökenli kişilerdir. Dolayısıyla, ister gazete, ister dergi, isterse de televizyon kanalı olsun, her yerde bir şekilde okuldaşlarımız, sınıfdaşlarımız var. Hele hele onun yazar ve programcı olarak görev yaptığı gazete ve kanalda ziyadesiyle var. Dolayısıyla, ortalıkta aleyhimde bir söz sarf ettiğinde, bunun bana iletilmemesi ya da bizi tanıyan, insanî açıdan seven bazı dostlar tarafından kendisine gerekli tepkinin gösterilmemesi düşünülemez. Taşçıyan’ın yıllarca kendilerine bağlı olarak görev yaptığı bazı üst düzey yöneticileri bu mesleğe 1980’lerin sonlarında ben kazandırmıştım.
O yüzden, geçmiş bazı sözlerimi ya da yazdıklarımı hiç kimsenin egzajere etme hakkı yoktur. Ben ne dediğimi ve niye dediğimi çok iyi biliyorum, “Orada burada aleyhimde konuşursan, meslekî dayanışma geleneklerine, en basit insanî nezaket kurallarına aykırı bir şekilde hakkımda atıp tutarsan ya da sinema sektörüyle ilişkili platformlarda herhangi bir olumsuz girişimde bulunursan, bu konudaki sözlerin ve davranışların bana sen daha bilgisayarının kapatma düğmesine basmadan ulaşır” derken kastettiğim şey odur. Yoksa, MİT’de ya da JİTEM’de gizli bağlantılarım falan yok, kendi meslekî çevresinde belli bir saygınlığa sahip sivil bir yurttaş aleyhinde kurulmak istenen tezgâhları nasıl haber alırsa ben de öyle haber alıyorum.
– “SİYAD’a kendileri gibi düşünmeyenlerin üye olamayacağını” söylüyorsunuz. Oysa biz ideolojik olarak farkı kanatta olanların da üye olduğunu biliyoruz SİYAD’a… O isimlerin durumunu nasıl açıklıyorsunuz?
“Bizde her renkten, her kesimden üye var. İddia edildiği gibi tek cepheli bir yapılanmamız yok.” Bu, hem SİYAD’ın şimdiki Mao’cu başkanı Tunca Arslan, hem Alin Taşçıyan, hem de dernekteki yönetici zümreyi oluşturan kadronun diğer üyeleri tarafından eleştirilere cevap verirken sıklıkla kullanılan bir argümandır. Ki tarihsel sürecin gösterdiği üzere, baştan aşağıya kuru sıkı bir cevaptır.
Özellikle, bu konudaki eleştirilere cevap yetiştirirken sık sık politik yelpazenin daha milliyetçi-muhafazakâr kanadına yakın kişiler olan Coşkun ağabeyin (Çokyiğit), Nihal’in (Bengisu Karaca), Rasih’in (Yılmaz) ya da Elif’in adlarını (Tunca) sömürme yoluna giderler. Tabii, ben de doğal olarak bu savunmayı yemem. Çünkü, her zaman altını çize çize belirttiğim üzere, SİYAD 2005’den önce başka bir yerdir, 2005’den sonra ise bambaşka… Referans olarak gösterilen bu gibi meslektaşların tamamına yakını da Atilla Dorsay döneminde üyeliğe kabul edilmişlerdir. 2005’den, yani Dorsay ustamızın yönetimdeki geniş çaplı egemenliği sona erip “onursal üye” pozisyonuna çekilmesinden sonra bambaşka bir yapılanmaya bürünmüştür meslek örgütümüz… Sözgelimi, ben, adım kadar eminim ki Yeni Şafak sinema sayfasını 2005’de değil, 2000 yılında hazırlamaya başlasaydım, 2002’de de bu derneğe üyelik için başvursaydım, Dorsay usta ve tıpkı onun gibi ağırbaşlı, tarafsız, adayların politik kimliğini değil mesleğe verdikleri emeği önceleyen bir duruşa sahip yönetim ekibi beni daha ilk toplantıda üyeliğe kabul ederdi. Bırakın dernek üyeliğine kabulü, gereken çabayı sergilediğimde yönetim organlarına dahi seçilirdim. Fakat, Mehmet Açar yönetimiyle birlikte başlayan “adamına göre muamele” dönemi Murat Özer ve nihayet Tunca Arslan’da zirve noktasına ulaştı.
SİYAD günümüzde artık emeği ve kıdemi önemseyen gerçek bir meslek örgütü değil, büyük ölçüde politize olmuş bir yapılanmadır. 2005 sonrasında kavgasız dövüşsüz, sırf meslekteki kıdemine, bir mevkutede düzenli olarak sinema üzerine yazıp çizmesine ya da programlar yapmasına bakılarak üyeliğe kabul edilmiş bir tek milliyetçi-muhafazakâr görüşlü arkadaşımız yok. Olamaz da zaten, çünkü derneğin başında “Hayatım boyunca bilimsel sosyalizme inandım ve o çizgide yaşadım” diyen, politik kimliğini o sanatsal platformda bu kadar alenî bir şekilde ifşâ etmekten hiç çekinmeyen biri var. “2000’e Doğru”dan, “Aydınlık” çizgisinden gelen biri benim gibi neye neden inandığını çok iyi bilen, düşüncelerinde ilkeli ve kararlı birine mi saygı gösterecek? Adam, daha adımızı duyduğunda cin çarpmışa dönüyor. Geçtim dernekteki varlığımıza tahammül etmesini…
Bu kişilerin, üye kabulünde adayların önüne onca sırat köprüsünü dikmelerini örtbas eden bir tavır içinde olması, bu gibi ayrıntıları yakalayamayacağımızı sanmaları komik bir durum elbette… Bugün SİYAD’ın en pozitif, en yapıcı, en saygın ve de en üretken üyelerinden biri olan Star gazetesi sinema yazarı Serdar Akbıyık’a daha bundan birkaç yıl önce yaptığı başvuruda “Meslekî yeterliliği yok / Sağcı eğilimleri var” gibi gerekçelerle red kararı çıkmasını unutmamızı falan istiyorlar herhalde… Aynı şekilde, Dernekler Kanunu’na göre bir derneğin yönetim kurulunun resmî bayramda toplanıp karar alması yasak iken, Yeniçağ gazetesi sinema editörünün başvurusunu 30 Ağustos tarihli bir karar tutanağıyla reddedişlerini de pas geçmemizi bekliyorlar. Bunlar, bir çok şeyi bilmedikleri gibi hukuk da bilmezler. Bütün hayatları kendi dar dünyalarıdır, onun dışındaki bir dünyayı tanımazlar. Kafalarını kumun içinden biraz olsun çıkarabilmeyi başarsalardı, her şeyden önce, benim gazetemde yaptığım alaycı eleştiriler üzerine yıllar sonra kıpırdanıp düzeltme ihtiyacı hissettikleri o berbat internet sitesinden birazcık utanırlardı. Hani, Uğur Vardan derneğe yeni üye kabulünde milleti habire yokuşa sürmesinin gerekçesini orada burada “derneğin klasını yüksek tutmak” olarak açıklıyor ya, SİYAD gibi “ciddi” bir meslek örgütünün sitesinde de 2008 yılına gelindiğinde 2003 yılından kalma fosilleşmiş haberler duruyordu. Klaslık resmî internet sitesinden başlıyor, 30 Ağustos’ta yönetim kurulu karar tutanağı hazırlamaya kadar uzanıyor vesselam… Eh, doğal olarak bizim gibi avâmî tiplerin de bu çapta bir klaslığı yakalamaları çok zor…
Tarafgir muameleye daha başka örnekler mi istiyorsunuz… SİYAD’ın da üyesi olduğu uluslar arası FIPRESCI örgütü, kuruluş tüzüğünde “sinema yazarlığı”nın tanımını, sinema yazarlarının yerel ölçekteki meslek örgütlerine üye kabul edilişindeki temel kıstasları son derece berrak bir dille açıklarken, bizde sanki bankadan mobilya kredisi çekiliyormuşçasına iki adet kefil istenmesi gibi acıklı uygulamalar da işin cabası… Adamların sinema yazarlığı-programcılığı yapan birinden istedikleri şeye bir bakın. Dernekte en az beş yıllık üyeliği bulunan ve üstüne üstlük bir de yönetim organlarında görevli olan iki kişi “Tanırım, bizdendir, iyi çocuktur, buraya gelirse huzurumuzu kaçırmaz” anlamına gelen bir dilekçe verecek, bizim klaslığa meftun paşalar da bunun üzerine lütfedip muhkem kalelerine giriş köprülerini üfleye püfleye aşağıya indirecekler. Ne yani, sözgelimi, o şartlara sahip üyeler arasından beni dostça seven, sayan ve benim için imza vermeyi kabul edecek iki tane kıdemli isim bulamazsam benim sinema yazarlığı unvanım ortadan mı kalkıyor? “Yok” hükmünde mi oluyorum?
Bir adam, hayatını profesyonel olarak sinema yazarlığından kazanıyorsa, bu doğrultuda periyodik bir yayında yazıp çiziyorsa, ya da çağın getirdiği yeni pozisyonlardan biri olarak televizyonda-radyoda-internet ortamında bu doğrultuda kreatif programlar yapıyorsa, o kişi hiçbir tartışmaya mahal bırakmaksızın profesyonel bir sinema yazarıdır, editörüdür, film eleştirmenidir. Hattâ, bana göre sinema yazarı, sinema tarihçisi, film eleştirmeni sayılabilmesi için bu işten düzenli para kazanıyor olmasına bile gerek yok. Salt bu alana entelektüel bir emek veriyor ve kalıcı nitelikte eserler ortaya koyuyorsa bu bile yeterli… Bırakın büyük tirajlı ulusal gazeteleri falan, nitelikli site/blog yazarları da bu kapsama dahildir.
Son yıllarda tanıma bahtiyarlığına eriştiğim bir Enver Gülşen var örneğin… Kendisi Bursa’da yaşayan bir mühendistir. Muazzam bir sinema düşünürüdür, Sinemanın Hakikati ve Hakikatin Sineması adlarında iki esaslı kitabın da yazarıdır. İlk sinema yazılarını da bundan birkaç yıl önce Yeni Şafak internet sitesinde benim aracılığımla yayımlamıştı. Bu güzel adamın yolunu açanlardan biri olmaktan dolayı gurur duyuyorum. Enver, geçimini sinema yazarlığından sağlamıyor, fakat gerek kitapları, gerekse bloğuyla saygı duyulası bir sinema kültürü üretip duruyor yıllardır…
SİYAD’da en son film eleştirisini 20 yıl önce yapmış, ya da aslî işi üniversite öğretim üyeliği olan yığınla sektör dışı üye varken, Enver Gülşen’i, İhsan Kabil’i, Yusuf Kaplan’ı, Mahmut Nedim Hazar’ı hangi kalıba oturtacağız? İhsan Kabil gibi umman bir adamı kendi dışında tutmaktan utanıp sıkılmayan bir örgütlenmeye dönüştü SİYAD ki aslında Giovanni Scognamillo ustayı ancak 80 yaşında “onursal üye” olarak kaydetmeyi akıl etmelerinden sonra bu tutumlarına artık hiç şaşırmıyorum.
Velhasıl, böylesine absürd giriş şartları ülkemizde muhtemelen bir masonluğa kabul edilişte var, bir de SİYAD’da… Başka da hiçbir meslek örgütünde formel bazı kurallar haricinde bu tür komiklikler göremezsiniz. Kefaletle sinema yazarlığına kabul ediliş… Pöh!
Sonuçta, Bunları unutmak ya da görmezden gelmek mümkün değil… Tam aksine, bunlara baktıkça gördüklerimi, haklarında bildiklerimi her fırsatta ve her ortamda tekrarlayacağım ki sinemaseverler Türkiye’de sinema yazarlığının nasıl laçka bir meslek örgütü eliyle temsil edildiğini çok iyi bilsinler. Benim açımdan hava bütünüyle hoş, hayatımda bir kez bile SİYAD’a başvuruda bulunmadım. Bırakın başvurmayı, bunu düşünmedim bile… Çünkü, oraya düz bir üye olarak girsem, içeride göreceğim adaletsizlikler karşısında isyan edeceğimi, onların da beni üç ay sonra üyelikten atacaklarını peşinen biliyorum. Benim asıl üzüntüm, “Derneğe herkes alınmamalı, klasımız azamî düzeyde korunmalı” deyip sonrasında içeriye yaş ortalaması 22 olan bütün bir Boğaziçi-Mithat Alam tayfasını doldurmaya kalkışan Uğur Vardan kafalı adamlar nedeniyle, bu gibi meslekî örgütlenmelere girmeyi kendisi için bir motivasyon vesilesi yapmış genç kuşak yazarların o kapıyı her zorlayışlarında politbüro üyeleri tarafından refüze edilecek olduklarını bilmekten kaynaklanıyor. Nitekim ediliyorlar da…
Murat Tolga Şen gibi, an itibarıyla SİYAD çatısı altında bulunanların en az yarısından daha sahici “sinema yazarı” olan on numara bir adamı reddetme pişkinliğini gösterdiler örneğin… O Murat Tolga ki gıpta uyandırıcı entelektüel donanımıyla, hem okuyana keyif veren yüksek kalibreli yazı dili, hem de ekran/kürsü hitabetiyle, en önemlisi de bu sektörde zor bulunur insanî kalitesiyle bizden sonraki kuşağın yüz aklarından biridir. Fakat, gelin görün ki politbüroya kendini asla beğendiremedi. Muhtemelen, arada sırada benimle aynı panellerde yan yana konuşmalar yaptığı içindir! Çetenin bir üye adayının üzerini çizmesi için çoğu kez bu bile yetip artıyor.
Sözgelimi, Ege Görgün ile karşılıklı yazışmalarla başlayıp belli bir zaman sonra çok uygarca bir düzleme taşınan kişisel dostluğumuzun (ki sinemaya tutkuyla bağlı oluşumuzun haricinde, her ikimiz de tamamen farklı dünyaların adamlarıyız), onu SİYAD üyeliğinden attıktan sonra Tunca Arslan’ın diline pelesenk olduğunu da gözlemlemiştim. “Öyle üyelerimiz var ki solcuyla solcu, sağcıyla sağcı oluyorlar” derken kastettiği şey Ege Görgün’ün bana her gördüğü yerde uygar bir insana yaraşır şekilde “selam vermesi”, yalnızca iki-üç yıl içinde en az bir sinema dergisi kadar popülarite kazanan sitesinin sütunlarında yazılarıma gerek duydukça yer açan demokrat bir kimlik sergilemesiydi. Böyle bir demokratlık da doğaldır ki Mao’cu Tunca’ya, has dostları Alin’e ve Uğur’a fazla gelir, bünyelerini zorlar. O arkadaşların dünyasında, insanca ilişkiler söz konusu olduğunda bu tür esneme payları bulamazsınız. Gerici mi gerici, faşo mu faşo… Bitti! Bundan ötesi asla yoktur.
– Pekiyi, SİYAD yönetiminin sergilediği “dışlama, ötekileştirme” tavrının aslında kişilerin politik tercihlerinin dışında, çok daha insanî gerekçeleri olabileceğini de düşündünüz mü? Orada pozisyon elde etmiş insanların hırsları, iktidar sevdaları, statükolarını koruma endişeleri ya da doğrudan doğruya kinleri olabilir mi bütün bu yaşananlara sebep? Politik tercihler ya da karşıtlıklar, hedefe doğru ilerlerken yalnızca bir araç olarak kullanılıyordur belki de… Ne dersiniz?
Aslında büyük ölçüde doğru bir teşhis bu… Sorunun kaynağına yönelik teşhislerde bulunurken, politik kimliği meslekî arenada fazlaca öne çıkmış biri olarak ister istemez ben de sıklıkla politik gerekçeler üretiyorum. Fakat, aslında her şeyin arkasında bütün ideolojik tercihleri de aşan gözü kara bir makam hırsı, dünya nimetlerine yoğun bir tutkuyla bağlı olma psikolojisi var. Bir başka deyişle, hedonizm bizim sektörde ideolojik bir görünüme büründürüyor aslında… Ortada “sinema yazarlığı” gibi itibarlı bir pasta duruyor ve bunu benim gibi kentin periferisinden gelen dindar çocuklarla paylaşmayı kesinlikle istemiyorlar. Etnik köken olarak Kürt değilim, fakat bana gıda olarak “Kürt böreği”nin fazlasıyla yeterli geleceğini düşünüyorlar. Bizim nüfuz bölgemize girmeye cüret etmeden yazsın işte kendi gazetesinde ya da bloğunda tıngır mıngır, fakat bunu yaparken de fazla iddialı tavırlar takınmasın, mümkün olduğunca gözümüze gözükmesin. Hele hele ülkedeki belli başlı festivallerin jürilerine girmeyi hiç düşünmesin bile… Burası varlığını 200 yıldır kesintisizce sürdüren bir seçilmişler bölgesi ve sürüden ayrı hareket etmeye niyetlenen böylesi âsî çocukların bu uyumlu topluluğun içinde asla yeri olamaz.
Ben bu sektöre girdiğimde, söz konusu hoyratlığı yalnızca SİYAD’dan da görmedim. Memleketin en büyük film ithalat-dağıtım şirketlerinden biri, 2005’de sayfanın yayınına başladığımda “Sizi davet etmeye gerek görmüyoruz” diyerek bana basın gösterimi davetiyesi göndermiyordu. Bu küstahlığı sayfamda birkaç hafta boyunca ifşâ edince utanıp tavır değiştirdiler.
Sorun şu ki o işletmeciler şu ya da bu nedenden dolayı gün geldi utandı, tarz ve tavır değiştirdi. fakat bugünkü SİYAD yönetiminde utanma duygusu da yok. Şu ana kadar Uğur Vardan’ın 27 Şubat günü Radikal’de yazdığı o rezil yazıya, hakkımda (kendi çapında bir kurnazlıkla isim vermeden) çiziktirdiği aşağılama cümlelerine ağırbaşlı bir şekilde, mesleğimizin temsil örgütü ve etik konulardaki baş hakemi olarak daha bir tek cümlelik kınama mesajı yayımladıklarını görmedim. Bırakın kınamayı, bu olayın çirkinliğini dile getirip sinema yazarları arasında bu şekilde seviyeyi düşürücü atışmalar olmaması gerektiğine dair dolaylı bir imâda dahi bulunmadılar. Bulunamazlar ki! Bozacının şahidi şıracı çünkü… İnsan, her gün rakı masasında bir araya geldiği birini nasıl kınayabilir? Birbirleriyle öyle yüz göz olmuş bir ilişkileri var ki Uğur Vardan ya da o zümreden biri yarın kafasını bozan bir sinema yazarını dövmeye kalksa onu bile kınayamazlar. Tunca Arslan gibi adamlar bu konuya değinen -sözümona duruma müdahale edici- yazılarında “bazılarının yaptığı yaygaraya rağmen” gibi Vardan’ın seviyesiz üslûbunu pek mükemmel tamamlayan ifadeler kullandılar. Orada kastedilen “yaygaracı” ben oluyorum. Genç sinema yazarı arkadaşların aklında bulunsun, bu mesleği icrâ ederken Uğur Vardan size “jurnalci”, “kendini sinema yazarı addeden sıradan bir kalem”, “benim nazarımda en küçük değeri olmayan biri” gibi ifadeler kullanır da siz de bu gibi cümlelere tepki gösterirseniz, onurunuzu kıran kişi hakkında suç duyurusunda falan bulunursanız SİYAD başkanı ve ekibi bunu “yaygaracılık” olarak kabul edecektir. Yani onlar diledikleri gibi döverler, size düşen ise susup tırsmaktır.
Benzer bir saldırganlığı, bundan yıllar önce, Brokeback Dağı adlı -sinema tarihi açısından zerre kadar değeri olmayan ve olmayacak, tamamen uluslararası eşcinsel komünitesinin gururunun okşanmasından medet umularak çekilmiş, bunun karşılığını da 60 küsur ödülle alan- o dandik filmi eleştirdiğim yazılarımdan sonra Altyazı dergisinde Fırat Yücel de yapmıştı. Hayatının toplam gün sayısını üst üste toplasanız, benim film izlediğim günlerin sayısına erişemeyecek olan bu genç meslektaşımız da “delikanlı faşizm” başlıklı bir yazıyla şahsıma karşı kendince bindirmeler yapıyordu.
Tekrar Tunca Arslan’a gelirsek, adam beni yeryüzünde yok saymaya o kadar yeminli ki, Vardan’ın başlattığı bu tartışmadan sonra hızını alamayıp bir de “İslâm ve sinema ilişkileri” serisi hazırladı. Onun boyunu çok aşan bir konu başlığı olduğu için bir sürü dinî/literal hatayla, bilgi eksikliğiyle dolu olan bu dizide özellikle yapımcı-yönetmen Mustafa Akkad ve bu sanatçının Türkiye’de rol model oluşturması yönündeki çabalara değinirken, şimdiye kadar Akkad hakkında yazdıkları ve bu büyük Müslüman yönetmene ilişkin olarak düzenlediği organizasyonlarla rahmetliyi genç kuşağın nazarında Müslüman duyarlılıklarına sahip bir sinema hareketinin bir numaralı simgesine dönüştüren beni (bu konuda şimdiye kadar ortaya koyduğum çabalar bizzat Akkad’ın Amerikalı oğluna kadar ulaşmış ve samimi bir teşekkür mektubuyla karşılık bulmuştur) yine pişkinlikle pas geçiyordu. Yazısında anlattığı sürecin ardındaki bir numaralı çabalayıcı olmama rağmen…
Sonuç olarak, adalet duyguları öpülesi kişiler bunlar… Gayet ticarî hesaplar eşliğinde eşcinsellik güzellemesine soyunmuş iki-üç tane filmin alt okumalarını onların bakış açısıyla yapmadım ya, o gün bittim! Artık benden vatana millete hayırlı tek bir satır çıkmaz. Ağzımla kuş tutsam beyhude… O yüzden, doğrudan merkezinde olduğum olaylar ve süreçlerde bile beni pas geçerek ilerlemeyi tercih ediyorlar.
– SİYAD’a yönelik eleştirilerinizde “SİYAD’çılar” diyerek çok genel bir hedef gösteriyorsunuz. Pekiyi, SİYAD’taki herkes aynı mı? Oysa içlerinde sizin de sevdiğiniz, saydığınız isimler vardır herhalde, ya da en azından olmalı… Acaba birkaç kişi yüzünden SİYAD’ın topyekün bu eleştirilerinize hedef olması doğru mu?
Elbette ki doğru değil… Eğer ki gösterdiğim ihtimama ve akla karanın birbirine karışma riski ortaya çıktığında kurduğum ayırdedici cümlelere rağmen, genel geçer konuşmalarımda SİYAD’daki bizzat tanıdığım ve tanımadığım kaliteli meslektaşlar tarafından böyle algılanmışsam hepsinden samimiyetle özür dilerim.
SİYAD’dan söz ederken, özellikle de “SİYAD’çılar” derken kastım çok büyük ölçüde 8-10 kişilik bir yönetici zümredir. 90 küsur üyenin tamamı değil. Kaldı ki aslında o yapı içinde yer alan, her biri yüksek birer insanî ve meslekî kalibreye sahip pek çok meslektaşımın bu gibi tartışmalarda kesinlikle onları kastetmediğimi de çok iyi bildiklerini düşünüyorum. Orada herşeyden önce meslekte kendime çeyrek yüzyıldır ustam bellediğim Atilla ağabey var, ben onun gibi bir öncü kişiliği bu kadar seviyesiz bir itiş kakışın içine nasıl çekerim? Onu nasıl bu grubun bir parçası olarak görebilirim?
Ayrıca, yine her biri son derece olgun kişiliklere sahip, bu alandaki çalışmalarıyla bana çok şeyler katmış, hayatta bana yaptıkları entelektüel katkılardan başka bir kötülüklerini görmediğim Ali Ulvi Uyanık, Sadi Çilingir, Agâh Özgüç, Burçak Evren, Sungu Çapan, Vecdi Sayar, Sevin Okyay, Giovanni Scognamillo, Tuncer Çetinkaya, Serdar Akbıyık, Mehmet Açar gibi çok saygı duyduğum bir dizi insan var. Ayrıca, yakın zamanda kaybettiğimiz iki büyük usta, Nijat Özön ve Rekin Teksoy da yolumu aydınlatmış iki önemli SİYAD üyesiydi.
Bu yüzden, “SİYAD’çılar” derken kesinlikle ve kesinlikle SİYAD üyelerini silme bir şekilde kastetmiyorum. Öte yandan, doğrudur, eleştirinizde belli ölçüde haklılık payı olabilir. Bu konuda tartışmaya girerken biraz daha inceltilmiş bir dil kullanmak gerek ki orada bulunan demokrat kimlikli kadın ve erkek meslektaşlarımız incinmesinler… Geçmişte, üzüntülerime yenilip, bu inceltilmiş dili kullanma noktasında bazı zaaflar sergilemiş olabilirim. Bunun için de meslekte kendime kılavuz yaptığım, yazılarını öteden beri keyifle okuduğum bütün o insanlardan helallik diliyorum.
Dediğim gibi, kastım ta en başından beri bellidir, benim yalnızca belli bir ideolojik klikle meselem var. Ancak, söz konusu ayrımı en azından bundan sonra çok daha net bir şekilde ortaya koymak durumunda olduğumu fark ediyorum. Sizinle yaptığımız bu görüşme de böyle bir berraklaştırmanın ilk ciddi adımı olsun.
– Bu tür genellemelerin -özellikle SİYAD’ı silme kastederek “solcular” şeklindeki hitaplarınızın- bir “ötekileştirme”ye yol açtığı söylenebilir mi? “Ötekileştirme” de nihayetinde bir bölünme, bir kutuplaşma getirmez mi?
Önceki sorunuzda da belirttiğim gibi, bazen, aslında kastım kesinlikle bu olmamasına rağmen, kurduğum cümlelerin ucu genelleştirmeye gidiyor olabilir. SİYAD, tek tip giyinmiş bir gestapo birliği değil. İçinde her dünya görüşünden ve mizaçtan yazar var. Fakat, altını çizerek tekrar vurguluyorum ki homojen bir şekilde yönetilmesi ve üye kabul etmesi gereken bu meslek örgütü, son 7-8 yıldır demokrat insanların yönetim organlarında geri plana itildiği, bizce malûm bir bakış açısının eline kaldı. Yegâne dileğim, Dorsay’ın demokratlığının, hoşgörüsünün, güleryüzlülüğünün yeniden egemen olduğu, insanların üyelik başvurularını politik kimliklerine, çalıştıkları yayın organlarına ya da eşcinsellik güzellemesi yapan filmlere ilişkin olumlu-olumsuz görüşlerine göre değil bu mesleğe verdikleri somut emekler doğrultusunda değerlendiren özgürlükçü bir yapıya bürünmesidir. Bunu, oraya üye olmayı hiçbir zaman arzulamamış ve dahası bu mesleği bırakmaya hazırlanan biri kimliğiyle söylüyorum, sözlerimin arkasında farklı bir hesabım ya da gizli bir ajandam yok. Sözünü ettiğim demokratikleşme, bizden sonra gelenlerin meslekî gelişimine ve motivasyonuna katkı sağlayacaktır. Yoksa, ben zaten yeterince dışlandım ve onurum da yeterince kırıldı. Bundan sonra SİYAD başkanlığı bile kırılan onurumu tamir edemez.
– SİYAD, Atilla Dorsay döneminden sonra mı -sizin ifadenizi kullanacak olursak- “çeteciler”in eline geçti?
Zamana yayılan bir işgal süreciyle birlikte, evet… Mehmet Açar döneminde dernek belli ölçüde nötr bir çizgi izliyordu. Bu sükûnet, Açar’ın politik bir kimliği olmamasından dolayı değil, onun Tunca Arslan gibi “yüksek sesle, kıran kırana bir Mao’cu kavgacılığı” geleneğinden gelmemesinden kaynaklanan bir durumdu. Mehmet Bey mizaç olarak sakin, ağırbaşlı, zarif biri… Dolayısıyla, onda Alin’in ya da Tunca’nın “O faşist varsa ben bu mekânı dağıtır giderim” hoyratlığı yok. Fakat Açar’ın döneminde farklı renklere karşı hoşgörü de adım adım ortadan kaybolmaya başladı. Murat Özer ve Tunca Arslan zamanında ise politik tarafgirlik zirve noktasına ulaştı.
Emin olun, şimdi bu söylediklerimin külliyen yalan ya da yanlış olduğunu ileri süreceklerdir. Anlatamadım bir türlü ben bu adamlara kim olduğumu… Bunların çoğu o yolda giderken, ben gitmiş de geri geliyordum. Her zaman her yerde neler olup bittiğinden iyi kötü haberim olmuştur. Çünkü, dediğim gibi, bütün meslekî platformlarda benim kuşağımdan yakın dostlarım var ve onlar ortamın atmosferini bizlere aktarmaktalar… SİYAD’da da dostlarımız var doğal olarak… Bunların bazıları herkesçe bilinir, bazıları da saklı kalmalıdır. Uğur Vardan’ın şahsıma yönelik hakaretler silsilesinden sonra “Bu ekipten bizler de illallah dedik” diye hayıflanan en az 15-20 destek mesajı aldığımın bilinmesi, fakat o mesajların bende saklı kalmasının çok daha hayırlı olacağı gibi…
– AKP döneminde sanatın muhafazakârlaştırılması söz konusu mudur gerçekten? Bu, ifade özgürlüğünün, yaratıcılığın önünde engel teşkil edecek bir gelişme değil midir? Sanat muhafazakâr olur mu?
Ben, AKP söz konusu olduğunda kesinlikle “adanmış” biri değilim. AKP, benim açımdan ülkeye yararlı adımlar attığında takdir edilmesi, yanlış adımlarında ise ödünsüzce eleştirilmesi gereken politik bir harekettir; ulvî ve ilahî misyonu olan kutsal bir kadro değil… Tam aksine, bütün politik hareketler gibi fazlasıyla “dünyevî”dir ve dünyevî olan her şey de rahatlıkla eleştirilebilir. Yüce Allah, onun son kitabı Kur’an-ı Kerim ve son peygamberi Hz. Muhammed haricinde hiçbir kişiye, kuruma, partiye, cemaate, tarikata, politik oluşuma karşı böyle kesin bir adanma, kayıtsız şartsız biat etme psikolojisi içinde değilim. AKP’nin iç ve dış politikada attığı bazı adımları ülkemizin geleceği adına çok önemsiyor ve destekliyorum. Öte yandan, aynı partinin bir sürü desteklemediğim yönü de var. Sözgelimi, Tuncay Özkan’ın, Mustafa Balbay’ın, İlker Başbuğ’un ve Mehmet Haberal’ın tutuklu yargılanmaları, bunlardan bazılarının tutukluluk süresinin artık neredeyse verilecek ortalama bir cezanın süresine yaklaşması beni resmen hasta ediyor. Demokratik bir ülkede böyle bir adalet mekanizması olmaz. Ki bu noktada AKP ile Gülen cemaati arasında çok ciddi bir yaklaşım farkı olduğunun da bilincindeyim. Fakat, yine de AKP yönetimine cemaati bu denli şımarttıkları için kızıyorum. Nitekim, artık kendileri de bu yanlıştan geriye dönmüş durumdalar, AKP ile cemaatin ilişkilerinde nicedir yeni bir balans ayarı yapılmakta…
Onun dışında, sözgelimi, hükûmetin kültür ve sanat alanında ürettiği politikaları, daha doğrusu politikasızlığını büyük bir facia olarak görüyorum. 10 yıldır iktidarda olan bir partinin kültür bakanı ve ona bağlı ekibin CHP’den ithal edilmiş olması başlı başına bir garabettir.
İçeriden biri olarak şunu altını çize çize belirtmek isterim: Herkes çok rahat olsun. AKP döneminde sanatın muhafazakârlaştırılması falan söz konusu değildir. Tam aksine pek çok alanda olduğu gibi bu alanda da yıpratıcı bir kapitalistleşme söz konusudur. Bence, AKP’den en az korkması gerekenler, ülkenin sol görüşlü sanatçıları… Parti bu kemikleşmiş alana hiçbir müdahalede bulunmamış, tam aksine onların kendilerini ifade ortamını geliştirip zenginleştirmiştir. Bu iktidar zamanında ezilip örselenen birileri varsa, bunlar “İslâmî düşünce”nin üreticisi ve uygulayıcısı konumunda olan, benim gibi geleneğe sıkı sıkıya bağlı insanlardır.
İktidar, demokratikleşme, ekonomik liberalizm ve ordunun sivil irade üzerindeki koyu vesayeti gibi başka alanlarda değilse bile kültür-sanat alanında ta Tanzimat’tan bu yana devam edegelen statükonun devamını tercih etti. O yüzden, bırakın toplumda güçlü bir zihinsel dönümü ya da bu sertleşmiş toprağa üstünkörü bir çapa yapmayı, 20 yıl önceki Türkiye’de İslamî hareketin mensupları olarak hepimizi motive eden, finans kaynakları alabildiğine dar, üstü başı gariban, fakat bilgi ve bilgelik üretme coşkusu doruk noktadaki o naif İslâmcılığı bile mumla arar olduk.
İslâmî sinemanın en kıdemli yönetmeni Mesut Uçakan son on yılda büyük perişanlıklar içinde iki film yaptı ve bunlardan sonuncusu da tam 6 yıl önceydi. Mesut ağabey son 6 yıldır ofisinde oturuyor. Ardından ne gelen var ne de giden… 30-40 yıldır yeni bir Necip Fazıl yok, Peyami Safa yok, Yücel Çakmaklı yok, Hasan Nail Canat yok, Ulvi Alacakaptan yok, İsmet Özel yok, Sezai Karakoç yok, Cahit Zarifoğlu yok. Yalnızca bol bol türedi kapitalist müteahhit var. Böyle bir perişanlık karşısında, siz hangi muhafazakârlaşmadan söz ediyorsunuz Allah aşkına? Ben ilk gençlik yıllarımdan beri bu toplumsal kesimin tam ortasındayım, fakat sizin sözünü ettiğiniz kitleyi de, böyle bir zihinsel dönüşümü de göremiyorum.
Türkiye’de İslâmî hareket para, kadın ve makamın uyuşturucu etkisiyle bitmiştir, bitirilmiştir. O yüzden, bu saatten sonra hiç kimse korkmasın. Dünün “bir lokma bir hırka” felsefesine gönülden bağlı görünen mütevazı İslâmcıları, bugünün en hızlı otomobillerine meftun, villaları üç kattan aşağı olunca zırıl zırıl ağlayan şımarık zenginlerine dönüştüler. Dünya hayatıyla yüzleştik ve işimiz bitti. Bu arada, “Türkiye’de İslâmî düşünceden beslenen yeni bir sinema akımının ideologlarından biri olmak” gibi zorlu bir misyon üstlenmiş olan benim de işim bitti. Ordusu olmayan bir komutan, cemaati olmayan bir vaiz pozisyonunda kaldım, bizim mahallede yazıp çizen diğer pek çokları gibi… Elindeki gelişmiş cep telefonunu bir saniye bile masaya bırakamayan, Facebook profilindeki tanıtıcı fotoğrafı Rihanna olan, kafası bir boya kovasına batmış görünümdeki imam-hatip mezunu kızı artık ilhamlarını İslâm’dan alan yazılar ve konuşmalarla heyecanlandıramıyoruz. “Alacakaranlık”taki vampirlerin dünyası gençlere Peygamber’in çileli hayatından çok daha heyecan verici geliyor.
Sosyolojik evrim bu noktaya geldiyse, ceketi alıp sessizce gitmeyi de bilmek gerekir.
Başka alanlarda kazanmış olabiliriz, fakat kültür ve sanat alanında 28 Şubat sürecinden itibaren tam bir hezimet yaşıyoruz. Ki bana göre, istediği kadar içeri atılsınlar, post-modern darbenin mimarı Çevik Bir ve kurmayları dinsel duyarlılıklara karşı verdikleri mücadeleyi gayet parlak bir zaferle kazandılar. O darbe Türkiye’de İslâmî düşünce diye bir şey bırakmadı. Geçmişin mücahitleri, İslâm’ın gelenek boyutuyla ilişkilerini koparmamak için az buçuk direnen, onun bazı önemli ritüellerini sürdürmekten –hâlâ- zevk alan bir liberal kapitalist kitleye dönüşmüş durumdalar… Kimse merak etmesin, dünya nimetlerini bu kadar seven liberal kapitalist bir dindarlıktan da hiçbir rejime zarar gelmez.
– Siz daha önce muhafazakâr sinemacıları da eleştiren bir yazı yazmıştınız. Dolayısıyla muhafazakâr kanatın sinema konusundaki üretimsel ve eleştirel zaafiyetinden de haberdarsınız. Keza, Türkiye’de sinema eleştirisi 1960’lardan beri sol görüşlü isimlerin sürüklemesiyle ilerlemiş. Böyle de bir realite varken, hatayı biraz da muhafazakâr kesimde aramak gerekmez mi? Sizin mahalledeki kalem erbabının kendilerini sinema ve sanat alanında yeterince geliştirdiğine inanıyor musunuz?
Benim muhafazakâr kesimden ne medya, ne de sanat alanında artık hiçbir beklentim yok. Sanatın ister üretici, isterse tüketicisi düzleminde olsunlar… Muhafazakârların kültür ve sanatta var olup giderek bu alanda önemsenir düzeyde bir iktidar kurmaları, sosyolojinin yasalarına ters düşen, ancak kalbime hoş gelen ham bir hayâldi. Daha henüz ait olduğu feodal dünyadan kopamamış, üzerine sinmiş “köylü” nitelikleri buram buram tüten bir insanın kulağına Brahms melodileri mırıldanmak, onu Alexander Payne sinemasından keyif almaya zorlamak insanın doğasını inkâr etmek olur. Süreci kendi doğal evriminden kopartıp zorla hızlandıramayız. Bunu denesek bile denek zorlamayı er ya da geç geri kusacaktır. Ben ve benim gibiler ise bir dönem boyunca bu vahim hatayı yaptık.
Kalıtım yasalarını ortaya koyan Avusturyalı biyolog-rahip Gregor Mendel öyle sabırsız bir adammış ki kalıtım ilkelerini gözlemlemek üzere toprağa ektiği bezelyeler daha çabuk büyüsün diye onların yapraklarını çekiştirip dururmuş. Ben de aslında 30-40 yıl sonra oluşabilecek bir sosyolojik aşamayı kendi sınırlı ömrümde erkenden görmeyi dileyerek haddinden fazla gaza bastım, bunu yaparken beni takip eden insanları da taşıyabileceklerinden fazla zorladım. Oysa, her şey Allah’ın takdir/dizayn ettiği bir varoluş düzlemi üzerinde gelişip olgunlaşır. Bizler bu süreci yapay yöntemlerle hızlandıramayız. Hızlandırmaya yönelik her türlü dış müdahelemiz de geri tepkiyle sonuçlanır.
Türkiye’de dindar kesimin kültür ve sanat piyasasına alık alık bakan ve orada üretilen değerleri tüketmekle yetinen, hattâ çoğu kez bunu bile yapmaya gerek duymayan edilgen bir kitle olmaktan çıkıp kültür ve sanatın gündemini belirleyen başat bir topluluğa dönüşebilmesi için önce içine düştüğü bu yeni-kapitalist fırtınadan sağ salim çıkması gerekiyor. Para ve makam hırsı insanları allak bullak etmiş durumda… Köyünde eşinden kesif bir sarımsak kokusundan başka bir koku alamamış olan adam şimdilerde Ankara’da sekreterinden yayılan kışkırtıcı parfüm kokusuyla aklını yitiriyor. 45 yıllık evliyken kendisinin emrine atanan ilk sekretere aşık olup karısını 8 çocuğuyla birlikte ortada bırakan taşra kökenli İslâmcı bürokratların hikâyelerinden geçilmiyor ortalık… Dindar kadınlar kocalarını kontrol altında tutabilmek için özel dedektifler tutuyorlar, fakat onların -kocalarının iş dünyasında ve bürokraside pozisyon elde edişiyle birlikte azgınlaşan- mal-mülk hırslarını denetleyecek bir dedektiflik mekanizması ise henüz yok. O dedektif “haram”ı reddedecek olan vicdanlardı, ancak o vicdanlar artık çalışmıyor. “Gelsin de nasıl gelirse gelsin” psikolojisi egemen olmuş kalplere…
İslâmî kesim, toplumun cumhuriyet değerleriyle daha barışık olan diğer kesimlerinin bundan 50 yıl önce yaşadığı sarsıcı bir süreci daha yeni yeni yaşıyor. Çünkü daha önceleri aynı değerlere görece kapalı bir hayat sürmekteydiler. AKP iktidarıyla birlikte ise kabak çiçeği gibi açıldık, sonrasında da ürkütücü bir savruluşa geçtik.
Bu fırtına bütün yıkıcılığıyla yaşanacak, mevcudun en az yüzde 70’i aynı fırtınanın içinde un ufak olup gidecek. Geriye kalan, ruhu da bedeni de yaşanan acılarla kavrulup iyice pişmiş yüzde 30’luk kesim ise gelecek yıllarda, belki bir 10 belki de 20 yıl sonra, sinemada, tiyatroda, edebiyatta, şiirde, medyada her türlü ulvî değeri tarumar eden bu vahşi kapitalist dalga hakkında bazı büyük sözler sarfetmeye başlayacak. İşte, o sarfedilen sözler de gerçek anlamda birer “sanat eseri”ne dönüşecek. Çünkü, insanın acılarından doğma sahici kelamlar olacak bunlar…
Henüz o evreye gelmediğimizi fark ettiğim günden beri, Türkiye muhafazakârlığından kayda değer bir düşünsel/kreatif üretim de beklemiyorum. Fırtınanın orta yerinde kalmış biri resim falan yapamaz. Bırakın resmi, o hengâmede aklına bile mukayyet olamaz. Bizimkilerin güncel durumu da aynen budur.
– Son olarak, muhafazakâr cenahın sanatta daha fazla söz sahibi olması için, bundan sonra neler yapması gerekiyor sizce?
Yaşamaya devam etmeleri yeterli… Hayat zaten onları kaderin çizdiği istikamete götürecek ve bundan belki 20, belki 30, belki de 40 yıl sonra büyük sinemacılar, büyük şairler, büyük yazarlar, büyük tiyatrocular, büyük ressamlar, büyük düşünürler yetiştirmeye başlayacağız. Daha feleğin sillesini yeni yeni yemeye başladık. Sanat, ancak bu sillenin olgunlaştırıcı sonuçlarından doğar. Avrupa sanatı ve felsefesi 19’uncu yüzyılda ortaya koyduğu bütün o büyük sözleri, bunun öncesindeki buhran dolu tarihçesine borçludur. Kapitalizmin attığı meydan dayağı sona ermeden, hissettiğimiz acıları hakkıyla dile getirmemiz de mümkün değil. O yüzden, hiç kimsenin hiçbir şey yapmasına gerek yok. Dahası, benim sinemayı anlama, anlatma ve bizim mahalleye sevdirme yönündeki çabalarıma da fazlaca bir gerek olmadığını düşünmekteyim artık…
Zaman, gereken her ne ise onu mükemmelen yapacaktır. Böylesine kesin bir gerçeklik karşısında Alin’i de, SİYAD yönetimini de, eşcinsel düşmanlarımı da artık daha fazla üzmek istemiyorum. Bu kadar yoğun bir nefretin hedefi olmak beni yordu. Gün gelip öldüğümüzde, gasilhanede, toplumsal sınıfımız ve ideolojimiz her ne olursa olsun, eninde sonunda hepimizin kıçına bir avuç pamuk tıkılacağını hatırladığımdan beridir hayattaki önceliklerimi baştan aşağı yenilemekle meşgûlüm.
Bu dünyanın bütün hırsları gibi sinema yazarlığı da onu çılgıncasına arzulayan arkadaşların olsun. Benim kendimi, uzun ve zorlu bir yolculuğa çıkmadan önce mutlaka beğendirmek zorunda olduğum bir Allah’ım var.